Translate

27 Şubat 2014 Perşembe

MODERNLİĞİN EŞİĞİNDE BİR OSMANLI ŞEHRİ "HALEP"
Modern öncesi Ortadoğu toplumunun portresini sunan bu çalışma Halep’in bölgede modernleşmenin başlangıcından önceki hayati yüzyılına ışık tutuyor. Toplumsal hayatın pek çok yönünü irdeleyen bu çığır açıcı kitap, 18. yüzyılın gündelik hayatını canlı bir şekilde resmediyor. Bir yandan da, “modern öncesi”, “İslami” ve “geleneksel” toplum şeklindeki genel geçer yargılarımızın ne kadar temelsiz olduğunu gözler önüne seriyor.
“Osmanlı dönemi şehirli Müslümanlarının dünya görüşünü ya da Akdeniz’in Müslüman şehirlerinin işleyişini, lisans öğrencilerine ve konunun uzmanı olmayanlara tanıtma işini bundan daha iyi yapacak bir kitap düşünemiyorum.”
Bruce Masters, International Journal of Middle East Studies
“Ortadoğu’ nun sosyal tarihinin yazımında standart belirleyici bir kitap.”
Abdul-Karim Rafeq, Journal of the American Oriental Society
“Hem kullandığı kaynak türü, hem meseleleri irdelemedeki derinliği ve hem de ulaştığı somut ve özgün sonuçlar bakımından son derece önemli bir yerel tarih çalışması.”
Ira Lapidus, Journal of Interdisciplinary History
“Tam anlamıyla bilimsel bir başarı… Osmanlı Arap topraklarının toplumsal tarihi literatürüne mükemmel bir katkı…”
Michael Roemer, Turkish Studies Association Bulletin
VİCTOR HUGO'NUN ÖLÜMÜ
1870'te Paris'e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popüleritesine rağmen 1872'de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikayesi (The Story of Adele H. filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868'de ölmüştü.
Kendi ölümünden iki yıl önce 1863'te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876'da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı.
27 Haziran 1878'de hafif bir felç geçirdi.Şubat 1881'de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25'inde Hugo'ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27'sinde ise Fransa tarihnin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı.
Gösteriler yaşadığı yer Avenue d'Eylau'dan başlayıp Paris'in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo'nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmi rehberler bile Sefiller'deki Fantine'nin şarkısına bir gönderme olarak peygamberçiçeği takmışlardı. Ayın 27'sine gelindiğinde Avenue d'Eylau'nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi.Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo'ya, Onun Paris'teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu.
Victor Hugo 22 Mayıs 1885'te 83 yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet'e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı'ndan gömüleceği Panthéon'e kadar götürüldüğü Paris'teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon'da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa'da pek çok büyük yere onun adı verildi.
Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı;
("Fakirlere 50.000 frank bırakıyorum. Mezarlığa onlara mahsus cenaze aracı ile nakledilmek istiyorum.
Hiçbir kilisenin benim için ayin yapmasını istemiyorum. Bütün ruhlardan benim için dua etmelerini rica ediyorum.
Tanrıya inanıyorum.")
SSCB'DE HALK TEMSİLCİLERİ
Halk devlet erkini, SSCB’nin siyasal temelini oluşturan Halk Temsilcileri Sovyetleri aracılığıyla yürütür. Devletin diğer organlarının tümü, Sovyetler’in denetimine tabidir ve onlara karşı sorumludur. Devletin örgütlenmesi ve etkinliği, demokratik merkeziyetçilik ilkesine uygun olarak gerçekleşir. Bir başka deyişle, devlet erki organlarının tümü seçimle gelir ve etkinlikleri konusunda halka hesap vermek zorundadırlar; üst organların kararlarını alt organlar uygulamak durumundaır. Devlet yaşamındaki en önemli sorunlar halkın tartışmasına açılır ve bu konularda halk oylamasına gidilir. Anayasa’ya göre siyasal sistemin gelişmesindeki ana yönelim, sosyalist demokrasinin sürekli derinleştirilmesidir. SSCB’nin siyasal temelini oluşturan Halk Temsilcileri Sovyetleri, hem yasama, hem de yürütme erkine sahiptir. Etkinlik gösterdiği bölgede Sovyetler yalnızca yasa çıkarmakla ve karar almakla kalamaz, aynı zamanda siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmeye ilişkin her sorun konusundaki kararları yürütürler. Her halk temsilcisinin, Sovyet’in etki alanındaki devlet kurumlarının tümünü, işletmeleri, devlet çiftliklerini ve kolhozları denetleme yetkisi vardır; Sovyet içinde yürüttüğü çalışmalar konusunda da, seçmenlerine rapor vermek durumundadır. Çalışmaları konsunda seçmenlerin çoğunluğu kendisini yetersiz görürlerse, diledikleri zaman onu görevden alır ve bir başkasını seçebilirler. Her Sovyet kendi etkinlik alanında en yüksek otoriteye sahiptir ve Sovyetler’in tümü tek bir devlet otoritesi sistemi oluşturur. Bu sistem, SSCB Yüksek Sovyeti'ni, 15 Birlik Cumhuriyeti’nin yüksek sovyetlerini, 20 Özerk Cumhuriyeti ve 59.991 yerel Sovyeti kapsar. Her Sovyette devlet yönetim organları olarak hem Bakanlar Konseyleri, hem de Yürütme Komiteleri vardır.
Hocalı saldırısının olduğu tarihlerdeki bir gazete küpürü.

26 Şubat 2014 Çarşamba

RİDANİYE SAVAŞININ SONUÇLARI
Ridaniye Muharebesi çok kesin bir sonuç vermemekle beraber savaşının stratejik hedefi olan Mısır'ın fethi hemen mümkün olmamıştır. Çünkü Memlûklular büyük bir direniş göstermişlerdir. Kahire'yi hiç zayiat ve şehrin sosyal ve ekonomik hayatına zarar vermeden ele geçirmek niyetiyle 25 Ocak'ta Selim direniş göstermeden teslim olan bütün Memlûkluların affedileceğini ilan etmişti. Fakat Tomanbay ve ona yakın Memlûklu komutanları gerilla tipi direniş organize etmeye başladılar ve bu nedenle Kahire ancak üç gün süren çok şiddetli sokak savaşlarından sonra ele geçirilebildi ve şehir kısmen yıkıldı ve binlerce kişi öldü. 4 Şubat 1517'de I. Selim törenle Kahire'ye girdi ve "Yusuf Nebi Tahtı"na oturdu. Memlûklular, Nil deltasında ve Yukarı Mısır'da direnişe devam ettiler. Fakat fazla zaman geçmeden Osmanlı güçleri bu direniş merkezlerini bertaraf edip Tomanbay'ı yakalamayı başardılar. Tomanbay, 13 Nisan 1517'de Kahire kale kapısında asılarak idam edildi.
Bu zaferle birlikte Memlûk Sultanlığı yıkılmış, bütün toprakları Osmanlı egemenliğine girmiştir. Memlûk Sultanlığı tarihe karışmış, Osmanlı Devleti Mısır'a hakim olmuş ve Halifelik Osmanlılara geçmiştir. Mısır'daki kutsal emanetler İstanbul'a getirilmiştir. Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz'in ve Baharat yolu'nun tek hakimi durumuna yükselmiş; Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna açılmıştır.
ŞEHZADE AHMET
(1465 - 1513) II. Bayezid'in büyük oğlu. Velihaht şehzade olan Ahmet halk ve devlet tarafından padişah olarak görülmekteydi. 2.bayezid ve paşalarda Ahmet'in padişahlığını açıktan destekliyorlardı ama şehzade Selim askerin desteği ile padişahlığı ele geçirmek için girişimlerde bulununca babası 2.Bayezit Şehzade Ahmet'i Amasya'dan İstanbula tahta çıkması için çağırdı fakat Şehzade Selim taraftarı olan yeniçeriler Şehzade Ahmet'in İstanbul'a girmesini istemeyince Şehzade Ahmet Konya'ya giderek orada padişahlığını ilan etti. Bu durumda ise Şehzade Ahmet isyancı damgası yiyerek babası 2.Bayezit ve paşaların desteğini kaybetmiş oldu. Şehzade Selim'inde ikinci şavaşınca askerin desteği ile babası 2.Bayezit tahtan indirip padişah olunca Şehzade Ahmet'in en büyük oğlu Allaeddin ordusu ile Bursa'yı alarak orada babası Şehzade Ahmet adına hutbe okutup para bastırdı Şehzade Selim ve Alleaddin şavaşınca Allaeddin yenildi ve idam edildi. Bursa alınmış oldu fakat Sultan Selim Han kardeşi Şehzade Ahmet ile aynı şekilde bir meydan şavaşı yaparsa bunun Osmanlı ordusuna ciddi zararları olabileceğini ve İran ile Mısırın işine geleceğini düşündüğünden paşalara mektup yazdırdı ve bu mektuplar Şehzade Ahmet yollandı. Mektuplarda paşalar Şehzade Selim'in sultanlığından memnun olmadıklarını sölüyor ve sehzade Ahmet'in gelip tahta çıkmasını istiyordu. İlk başta buna inanmayan Şehzade Ahmet bir zaman sonra inanmış ve Konya'dan ordusu ile Sultan Selim Han ile şavaşmak için ilerlemiştir. Osmanlı ordusu ve Şehzade Ahmet'in ordusu karşılaşınca şavaş çıkmamış ve paşalar Selim Han'ın tahtan indirilmiş gibi gösterip Şehzade Ahmet'i kendi taraflarına çekmiş ve Şehzade Ahmet orada tuzağa düşerek boğdurulmuştur. Çok az kayıpla Sultan Selim Han en büyük rakibi Şehzade Ahmet'ten kurturmuştur. Sultan Selim Han Konya'ya geldiğinde Şehzade Ahmetin oğullarından Kasım Mısıra kaçmış ve çağırtılarak boğdurulmuştur. Küçük oğlu Murat ise İran'a kaçmış daha sonra amcası Sultan Selim Han adına casusuluk yapmayı teklif emtiş kabul edilmiş fakat oda eceli ile ölmüştür. Sultan Selim Han Konya sarayında yaşıyan kardeşi Şehzade Sehenşah ın oğlu Şehzade Mehmeti boğdurmuş ve İstanbul'a geri dönmüştür.
ŞEHZADE CEM SULTANIN BURSADA TAHTA ÇIKIŞI
Cem Sultan, babasının meşhur Kanunnâme'sine koydurttuğu "Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir..." hükmü gereği öldürüleceğinden emin olduğundan, Konya civarında topladığı bir miktar askerle Bursa'ya doğru ilerledi. Cem Sultan 4000 kadar askeriyle birlikte 27 Mayıs 1481'de İnegöl önlerine geldi. Sultan II. Bayezid, Ayas Paşa idaresindeki bir orduyu Cem Sultan'ın üzerine gönderdi. 28 Mayıs'ta yapılan muharebeyi kazanan Cem Sultan Bursa'da padişahlığını ilan etti. Kendi adına hutbe okutarak para bastırdı ve çeşitli fermanlar yayımladı. Bu saltanatı ancak yirmi gün sürmüştür.
Sultan II. Bayezid'e gönderdiği arabulucularla, özellikle büyük halası Selcuk Sultan ile kendisinin Anadolu'da, Sultan Bayezid'in de Rumeli'de padişah olmasını ve Osmanlı topraklarını eşit olarak paylaşmayı teklif etti, kan dökülmemesini talep etmiş, Bayezid buna "Hükümdarlar arasında akrabalık yoktur." şeklindeki Arap atasözüyle karşılık vermişti.Bundan sonra taraflar daha üstün ve avantajlı duruma sahip olabilmek için gayret gösterdi ve Sultan II. Bayezid, ordusuyla birlikte Cem Sultan'ın üzerine yürüdü. Yenişehir Ovası'nda 20 Haziran 1481 tarihinde yapılan savaşı kaybeden Cem Sultan, Konya'ya geldi. Ancak Gedik Ahmet Paşa komutasındaki kuvvetlerin takibi sürünce, Cem Sultan yanına ailesini de alarak Osmanlı topraklarını terk ederek Ramazanoğulları toprakları olan Adana'dan, Memlûk Sultanlığı toprakları olan Halep'e gecip Kahire'ye gitti. Memlüklü Sultanı Kayıtbay onu törenle karşıladı. Fakat Kayıtbay Cem Sultan'in aradığı askeri desteği vermedi. Cem Sultan oradan da Hac mevsiminde Hicaz'a gitti. Cem Sultan, hacca giden ilk 'Osmanoğlu'dur.
Orada yazdığı şiirlerinde saltanat kavgasından tamamen vazgeçtiği, hac farizasını yerine getirmenin verdiği iç huzuru taç ve tahta bile değişmek istemediği görülür. Hicaz'da bulunmakta iken Bayatlı Mahmud adli bir tarihciyi erken Osmanlı tarihlerinden en önemlilerinden biri olan "Cam-i Cemayin" adlı tarih eserini hazırlamaya destek sağladı.
Hac'dan sonra tekrar Kahire'ye gelen Cem Sultan, çeşitli telkin ve tahriklerle yeniden talihini denemek istedi. 27 Mayıs 1482'de Konya'yı kuşatan Cem Sultan, Sultan İkinci Bayezid'in yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırarak Ankara'ya gitti. Oradan da tekrar Mısır'a gidecekti, ancak yollar tutulmuştu. II. Bayezid bu defa Cem Sultan'a bütün masraflarının karşılanması şartıyla Kudüs'te ikamet etmesini teklif etti; ancak bu teklif reddedildi. Başta Karamanoğlu Kasım Bey olmak üzere etrafındaki bazı kimseler saltanat mücadelesine Rumeli'de devam etmesi tavsiyesinde bulundular. Ağabeyi Sultan II. Bayezid'den bir mektup aldı. Bu mektupta, padişahlıktan vazgeçtiği takdirde kendisine bir milyon akçe ödeneceği belirtiliyordu.

16 Şubat 2014 Pazar

KRAL XIV.LUİS
Fransa'nın en uzun süre tahtta kalan kralıdır1643-1715yılları arasında 72 yıl Fransa krallığı yapmıştır. Fransızlar tarafından Louis Le Grand (Büyük Louis) veya le Roi-Soleil (Güneş Kral) olarak da anılır. Devlet benim (l'État c'est moi) sözlerinden de anlaşılacağı gibi Fransa'yı mutlak monarşiyle yönetmiştir. Çok saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemiştir. Karısı Kraliçe Marie Therese'dir. Fransa Bilim Akademileri ilk defa XIV. Louis tarafından kurulmuştur. Bir tiyatro oyununda Apollon'u oynamıştır. Klasik sanatayakından ilgi duymaktadir. Babasının bir av köşkü olarak inşa ettirdiği Versailles'i genişleterek Fransa krallığının yönetildiği bir saray haline getirmiştir. Dönemin aristokratlarını gene Paris'den uzaklaştırıp, Versailles'a taşımıştır.Versay Sarayı'nın bahçesini barok dönemi eserleriyle düzenletmiştir.Devlet XIV.Louis yönetimi altındaki gerek pratik gerek ideolojik koşullar bakımından, her iki alanda önemli sınırlamalar bulunmamasına rağmen zirveye çıkmıştı. XIV.Louis için kişisel itibarla hanedanın ve ulusun itibarı ayrılmaz bir bütündü. Bu yüzden birçok Avrupalı hükümdara örnek olmuştu. Fransız politikacıların görevi fiilen saray memurluğuna, idareciliğe ve yürütücü memurluğa indirgenmişti. Kraliyet meclisleri ve eyaletlerdeki kraliyet görevlileri, idare memurları ve ordu komutanları; soyluları ve yerel dokunulmazlıkları hesaba katmakla birlikte, o zamana kadar Fransa'da söz sahibi olan siyasi güçlerin gerçek anlamdaki bağımsızlığına büyük darbe indirdi. Eyalet meclisleri kraliyet görevlileri tarafından yönetilmeye başlandı. Parlament'lerin işlevi adli yetkilerle sınırlandırıldı. Fransız kilisesini Roma kilisesinden bağımsız olduğu savunuldu. Kısa süre sonra bu devrim dönemine "Grand Siecle" (Büyük yüzyıl) adı verildi.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Ey TÜRK milleti ÇİN'in tatlı sözüne yumuşak ipeğine sakın kanma , yok olursun.
ORHUN YAZITLARI
SULTAN VAHDETTİN İLE ATATÜRK 'TEN BİR ANI
Atatürk, Küçük Mabeyn’de Sultan Vahideddin’le yaptığı son görüşmeyi (15 mayıs 1919), sonradan Cumhuriyet devrinde şöyle anlatmıştır:
«Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahideddin’le adeta. diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan pencerelerinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazi hatlar üzerinde düşman zırhlıları, . bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş … Manzarayı görmek için, oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa; sola çevirmek kafi idi.
« Vahideddin, hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
«- Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Bunları unut. Asıl şimdi yapacağın hizmet -hepsinden mühim olabilir. Paşa, paşa, devleti kurtarabilirsin! dedi.
«~ Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim; elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz, dedim.
«Sonra:
«- Merak buyurmayınız Efendimiz, dedim; nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyye olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınzı bir an unutmayacağım.
«- Muvaffak ol! hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurdan çıktım.
«Seryaver Naci Paşa koridorda elinde ufak bir mahfaza içinde bir şey tutuyordu:
«- Zat-ı Şahane’nin ufak bir hatırası, dedi.
«Kapağının üzerinde Vahideddin’in inisyalleri işlenmiş bir saatti.
«- Peki, teşekkür ederim, dedim.
«Saati yaverim aldı. Sonra Yıldız Sarayı’ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işitmekten korkarak, saraydan uzaklaştık.»

14 Şubat 2014 Cuma

BABÜR ŞAHIN HİNDİSTAN HAKİMİYETİ
Semerkant'ta tutunamayacağını anlayıp güneye doğru çekilmeye karar veren Babür, 1518'de gerçekleştirdiği Güney Afganistan seferi ile Hayber Geçidi'ni aşıp Sind bölgesini ele geçirdi. 1519 yılının Kasım ayında Sind nehrini 1500 kişilik kuvvetle sallarla geçip Peşaver yakınlarına geldi. Beş defa Pencap’a sefer düzenledi ve bu seferler neticesinde, Pencap bölgesini ele geçirdi. 1522'de ise Kandehar'ı ele geçirdi. Daha önce beş kez Hindistan'a sefer düzenlemiş olan Bübür altıncı seferinde Hindistan'ın en güçlü lideri Delhi Sultanı, İbrahim Ludi ile Nisan 1526'da Panipat Savaşı'nda karşı karşıya geldi. Sultan İbrahim Ludi'nin 100.000 asker ve 1.000 filden müteşekkil büyük ordusunu 13.500 askeri ile 7 saat içerisinde büyük bir mağlubiyete uğrattı. Sultan İbrahim Ludi'nin 50 bin askeri savaş esnasında ölmüştür. Zaferin hemen ardından Delhi ve Agra'yı alıp Agra'yı başkent yapmıştır. Bu savaş onun en büyük zaferidir. Savaşın kazanılmasındaki en büyük etken, Babür'ün "asrımızın biriciği" şeklinde andığı Osmanlı subayı Mustafa Rumi'nin başında bulunduğu topçu taburuydu.[11] O dönemde o bölgede Babür'ün ordusu dışında hiç bir ülkenin ordusunda top kullanılmıyordu. Babür'ün kazandığı bu zafer, Hindistan'daki Timuri hanedanının başlangıcı olarak kabul edilir. Zaferden sonra Babür, Agra imparatorluk sarayına girerek kendisini Hindistan imparatoru ilan etti.
Babür'ün Panipat savaşında kazandığı zafer ve Delhi Sultanlığı'na son vermesi Hinduları korkutmuştu. Çitor Racası Rana Saga başkumandanlığında 200 bin piyade, 1000 süvari ve 1000 savaş filinden oluşan Hindu ordusuyla Babür'ün ordusu 15 Şubat 1527'de Kanya savaşında karşı karşıya geldiler. Sabah 9'da başlayan savaş birkaç saat içinde Babür'ün zafer ile sonuçlandı. Babür on mislinden fazla karşı kuvveti üstün ateşli silahlar ve taktik gücü ile yenilgiye uğratmıştı. Babür, Hindistan'ın son büyük hükümdarı olarak kabul edilen Çitor Racası Rana Saga'yı yendikten sonra Gazi unvanını almıştır. Bu zafer Babür'ün Müslüman olmayan bir hükümdara karşı kazandığı ilk zaferdi ve ona İslam dünyasında büyük ün kazandırdı.
KRALİÇE CLEVESLİ ANNE
(d. 22 Eylül 1515 - ö. 16 Temmuz 1557VIII. Henry'nin dördüncü karısıydı. Kral ile olan evliliğinin tamamlanmaması nedeniyle Kraliçe Anne taç giyememiştir. Kral ondan hoşlanmayarak evliliği iptal ettirmiş ve Anne'i kız kardeşi ilan etmiştir.Anne Cleves Dükü III. John ve karısı Julich-Berg Düşesi Maria'nın kızlarıdır. Babası öldükten sonra ağabeyi William Cleves Dükü olmuştur. 1526'da büyük kız kardeşi Sybilla, Saksonya Dükü II. John Frederick ile evlenmiştir. Anne'in ailesi luteryen ve reformcuydu. Anne'in portresi Hans Holbein tarafından çizilmiş ve Thomas Cromwell tarafından VIII. Henry'ye gösterilmiştir.Anne, Lord Lisle ve Thomas Cromwell gibi reformu destekleyenlerin yardımıyla VIII. Henry ile evlendirilmiştir. Henry ile ilk gecesinden sonra Kralın Anne'den memnun olmadığı açık şekilde görülmüştür. Kral onun kötü kokduğundan ve güzel olmadığından şikayet etmiştir. Kralın böyle davranmasının nedeninin Rochester Sarayı'ndaki karşılamada Anne'in Kral'ı tüm saray önünde küçük düşürerek gururunu kırması olduğu düşünülmektedir.
Anne halk ve saraylılar tarafından çok sevilmişti, gittiği her yerde hediyeler ve övgüler alıyordu. Ama yine de boşanmak isteyen Kral gerekçe olarak Kraliçe'nin önceden yapılmış bir evlilik anlaşması olduğunu ve evliliğin zaten tamamlanmadığını öne sürmüş ve evliliği iptal etmiştir. Anne henüz altı aylık kraliçeyken kocasından boşanmak zorunda kalmıştır. Başta Thomas Cromwell olmak üzere bu evliliğin ayarlanmasında aracı olan birçok isim vatan hainliğindenbüyücülükten ve komplo kurmaktan idam edilmiştir ve bunlarla birlikte birkaç papacı ve luteryen de öldürülmüştür.Anne boşandıktan sonra Kral tarafından saray, araziler ve bol miktarda para ile ödüllendirildi. Sonraki yıllarında Richmond Sarayı veHever Kalesi gibi saraylarda konakladı. Kral'ın 5. karısı Catherine Howard'ın idamının ardından Kralla tekrar evleneceği söylentileri çıksa da Anne bir daha kimseyle evlenmedi. Sonradan VIII. Henry ile son karısı Catherine Parr'ın nikahlarına katıldı. Anne en son I. Mary'in taç giyme töreninde halkın arasına karışmıştır.Anne Hever Şatosu'nda kırkikinci doğum gününden birkaç hafta önce öldü ve VIII. Henry'nin en uzun yaşayan ikinci karısı olarak tarihe karıştı.
BÜYÜK SELÇUKLUDA EĞİTİM,BİLİM,SANAT
Büyük Selçuklular, kendilerinden önce var olan medreselerde öğretimi sürdürdüler, ama bununla yetinmediler. Vezir Nizamülmülk’ün öncülüğünde ve onun adını taşıyan yeni medreseler kurdular. Nizamiye medreselerinin ilki 1067’de Bağdat'ta açıldı. Daha sonra Isfahan, Rey, Merv(selçukluların başkenti), Belh, Herat,Basra, Musul gibi kentlerde yeni Nizamiye medreseleri kuruldu. Medrese sisteminde programlı ve belli bir yönteme dayanan eğitim ilk kez bu medreselerde verildi. Medreselerde din konularının yanı sıra matematik, felsefe, dil ve edebiyat gibi dersler de okutuluyordu ve medreselerde zengin kitaplıklar vardı. Medreselerin dışında da ülkenin çeşitli yerlerinde kurulmuş kitaplıklar bulunuyordu. Melikşah döneminde önce Isfahan'da, sonra Bağdat'ta birer gözlemevi kuruldu. Büyük Selçuklular Arapça'yı din ve bilim dili, Farsça'yı edebiyat ve devlet dili, Türkçeyi ise saray ve orduda günlük konuşma dili olarak kullanıyorlardı.
Büyük Selçuklular, var olan kentleri bayındır hale getirirken yeni kentler de kurdular. Ülkenin pek çok yerinde yeni kurumlar ve yapılar inşa ettiler. Bunlar cami,medrese, kervansaray, hastane, köprü, çeşme, imaret, han, hamam, türbe ve kümbet gibi yapılardı.
Büyük Selçuklular, ince ve uzun minarelerle cami mimarisine yeni bir anlayış getirdiler. Isfahan'daki Mescid-i Cuma bu anlayışla yapılmış en eski örnektir. Büyük Selçuklu anıtmezarları olan kümbetler de yaygın mimari yapılardır. Kümbetler içten kubbe, dıştan ise piramit ya da konik bir çatıyla örtülüyordu. Dört köşeli, çok köşeli ya da yuvarlak formdaki Büyük Selçuklu kümbetleri genellikle iki katlı olarak yapılıyordu.Bu kümbetlerin alt kat mezar, üst kat ise mescit olarak kullanılıyordu.
Büyük Selçuklu sanatında hat (yazı), minyatür, ahşap ve taş oymacılığı, çinicilik, maden işleme, cilt ve çeşitli süsleme sanatları da gelişmişti.
BERKE HAN
Altınordu Devleti Hanı (1209-1266).Moğollar'ın 1236-1242 arasındaki Doğu Avrupa seferlerinde Batu Han'ın kardeşi ve komutanıydı. 1240'lı yılların başında müslümanlığı kabul etti. Bu bağlamda, Moğol Devletleri içinde müslümanlaşan ilk hanedan Altınordu Hanedanı oldu.
1257 yılında Altınordu tahtına çıktı. Anadolu Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubad'ın kızı Melike Hatun ile evlenerek Anadolu Selçuklu sarayına damat oldu.
1259'da Litvanya ve Polonya'yı yenilgiye uğrattı ve topraklarını yağmaladı. 1265'te ise Bulgaristan ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun Trakya topraklarını yağmaladı ve bu devleti vergiye bağladı.
Saltanatı döneminde İran'a hakim olan bir diğer Moğol devleti İlhanlı İmparatorluğu ile çatışmaya başladı. İlhanlı hükümdarı Hülagü'nün 1258'de Bağdat'ı yerlebir ederek Halife'yi öldürmesi, Müslüman olan Berke'nin tepkisini çektiği gibi, Büyük Moğol Hanı Möngke'nin Azerbaycan'ı İlhanlılara vermiş olması da bir başka ihtilaf konusunu teşkil etti ve iki Moğol devleti arasında 1262 yılında sıcak çatışma başladı. 1263 yılında Kafkas Dağları'nın kuzeyine harekat düzenleyen İlhanlı Ordusu Berke'nin yeğeni Nogay Han komutasındaki Altınordu ordusu tarafından Terek Nehri yakınlarında hezimete uğratıldı.
Bu savaş Moğol devletleri arasındaki ilk askeri çatışma olduğu gibi, Büyük Moğol İmparatorluğu'ndaki ilk çatlağı da teşkil etti.
1266'da Berke Han ölürken, arkasında iç huzurunu sağlamış, Müslümanlaşmış ve giderek barındırdığı yoğun Kıpçak nüfusu nedeniyle Türkleşen bir imparatorluk bıraktı.
TİMUÇİN'DEN CENGİZ HAN'A
Temuçin'in yükselişi; Keraitler'in güçlü kralı Tuğrul Han'ın yardımıyla gerçekleşti. Temuçin, Tula kıyısındaki Kreaitlerin kralına hürmetlerini ve bağlılığını bildirmeye gitmişti (1175'e doğru). Vaktiyle Temuçin'in babası tarafından yardım gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han genç adamı himayesine aldı. Tuğrul Han ile Temuçin bundan böyle müttefik olmuşlar ama Temuçin kesin şekilde Tuğrul'un himayesine girmiştir. Bu bağlılık, Temuçin'in Kerait kralına "babam han" demesinden açık bir şekilde bellidir. Bir müddet sonra Temuçin bir Merkit çetesi tarfından baskına uğradı ve ellerinden ancak karısı Börte'yi bırakarak kurtulabildi. Temuçin, kankardeşi (anda) Cacirat kabilesinin şefi Camuka ve Tuğrul Han üçü birlikte Merkitleri yenip Börte'yi kurtardılar. Temuçin ile Camuka'nın bozuşması uzun sürmedi. "Gizli Tarih" bir buçuk yıl göçebe olarak birlikte yaşayan iki önderin nasıl ayrıldığını anlatır. Temuçin dağa doğru, Camuka nehre doğru giderek konaklamışlardır. Tuğrul Han'ın Kin hanedanının desteği ile babasını öldüren Tatarlar'a karşı kazandığı zaferde Temuçin de Keraitlerin yanında savaşmıştır. Tuğrul Han bu savaşta "Wang-han" ünvanını almıştır.
Tuğrul Han'ın oğlu Sengün; Temuçin'in büyüyen gücünü kıskanmış ve o'na suikast planı yapmıştı. Tuğrul Han da oğlunun önerisine izin vermiş ve Temuçin'in karşısına gizli de olsa geçmişti. Temuçin Sengum'un isteklerini öğrenince, O'nu ve yandaşlarını mağlup etti. Tuğrul Han ve Temuçin arasındaki uzaklaşma ise, Tuğrul Han'ın kızını Temuçin'in oğlu Cuci'ye vermek istememesiyle başladı. Bununla da ayrı düşen Tuğrul Han ve Temuçin aralarında savaş doğdu. Tuğrul Camuka ile ittifak olarak Temuçin'e karşı geldiler. İttifakın kabilelerinden birçok üyenin de Temuçin'in saflarında yer almasıyla; Tuğrul bozguna uğratıldı. Bu bozgun sonunda da Kerait kabilesi tamamen yokoldu.
Bir sonraki tehdit ise Naymanlardan geldi. Camuka savaş sonrası buraya kaçmış ve takipçileri ile beraber sığınmıştı. Naymanlar Temuçin'e karşı teslim olmadılar ama yeteri kadar birlikleri Temuçin'i desteklemeyi tercih ettiler. 1201'de Kurultay Camuka'yı Gür Han, kainatsal yönetici, olarak seçti. Camuka'nın bu hareketi Temuçin karşısındaki en son taşkınlığı oldu. Camuka Temuçin karşısındaki kabileler ile bir koalisyon kurup Temuçin'e karşı tekrar savaş açtı. Bu sorundan önce, yine de, bazı generalleri Camuka'dan ayrıldı; aralarında Temuçin'in generallerinden Cebe Noyan'ın tanınan kardeşiSübedey Noyan da vardı. Birkaç muharebe sonrasında, Camuka'nun orduları tamamen yenildi ve Temuçin'e esir düştü.
Gizli Tarih'e göre, Temuçin Camuka'ya tekrar arkadaş olmalarını ve yanında olmasını teklif etti. Camuka bunu redetti ve onurlu bir ölüm (kansız, boynu kırılarak) istediğini iletti. Naymanlarla olan Merkit kabileleri de Sübüdey Noyan tarafından bozguna uğratıldı ve tamamı öldürüldü. Sübüdey daha sonda da Cengiz Han'ın en büyük kumandanlarından biri oldu. Naymanların yenilmesi Cengiz Han'ıMoğolistan'daki tek hükümdar yaptı. Tüm konfederasyonlar birleşerek Moğollar oldular.
1206'da, Temuçin Merkitler'i, Naymanlar'ı, Moğollar'ı, Uygurlar'ı, Keraitler'i, Tatarlar'ı ve diğer küçük kabileleri liderliği, arzusu ve isteğiyle birleştirdi. Bu uzun süredir Çin imparatorluklarına karşı birleşemeyen Moğolları birleştirmiş, ve tarihî bir an olmuştur. Kurultay'ın tekrar toplanmasıyla, Temuçin Cengiz Han ismini aldı. Cengiz Han öldükten sonraya kadar Kağan unvanını alamasa da; oğlu Ögeday bu unvanı alınca babasına verdi. Bu birleşme ile Cengiz Han uzun süredir aralarında savaşan kabileler arasında bir barış sağlamış olsa da, Moğol İmparatorluğu'nun diğer milletlerle olan savaşı ömrünün son gününe kadar devam etti. Birleşmenin olduğu dönemde; Moğolistan'da 200,000 kişi yaşarken, bunlardan 70,000'i asker idi.

13 Şubat 2014 Perşembe

IHLAMUR KASRI
Beşiktaş ve Nişantaşı arasındaki vadide yer alan Ihlamur Mesiresi'ndeki kasırdır. Buraya Abdülmecit tarafından Nigoğos Balyan '  “Merasim Köşkü” ile “Maiyet Köşkü” olarak adlandırılan iki kasır yaptırılmıştır. Bunlardan Merasim Köşkü, asıl Ihlamur Kasrı'dır. Yüksek bir subasman üzerine tek kattan oluşan dikdörtgen planlı köşk, kesme taştan inşa edilmiştir.
Merasim Köşkü'nün biraz ilerisinde bulunan Maiyet Köşkü daha sade bir yapıdır, iki katı olan bu yapıda, giriş cephesinde iki kollu bir merdiven bulunmaktadır. Girişin ortasında bir hol ve merdivenler ile köşelerde 4 adet oda yer almaktadır.Bugün, çevresinin gürültü ve karmaşasından kendini yüksek duvarlarla koruyan Ihlamur Kasrı çok eskilerden bu yana Ihlamur Mesiresi adıyla anılan bir dinlenme alanının içinde kurulmuş iki yapıdan oluşur. Havuzlu Ihlamur Mahalli, Muhabbet Bahçesi ve Hacı Hüseyin Bağı adlı üç bölümden meydana gelen bu dinlenme alanının, Sultan III. Ahmet döneminde (1703-1730) bir "hasbahçe"ye dönüştürüldüğü, I. Abdülhamit (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerindeki düzenlemelerden sonra XIX.'ncu yüzyılın ilk yarısında Sultan Abdülmecit'in de ilgisini çektiği bilinmektedir. Sultan burada bulunan sade bir bağ evine sık sık gelerek dinlenir, bazı konuklarını, bu arada ünlü Fransız şairi Lamartine'i burada kabul ederek görüşürdü. Daha sonra da bu sade ve küçük kasrın yerine 1849-1855 yılları arasında, bugün bulunanları yaptırdı. Yapılardan biri Merasim Köşkü (törenler için düşünülmüş ve kullanılmıştır.) öbürüyse Maiyet Köşkü (Sultanın maiyeti, kimi zaman da haremi için kullanılmıştır) adlarıyla anılmış, ikisine birden de Ihlamur Kasrı (ya da kasırları) adı verilmiştir.
Maiyet Kasrı olarak tanınan, diğerine göre daha küçük boyuttaki yapıysa, dış süsleme açısından daha yalın olmakla birlikte benzer anlayıştadır. Bu yapının iç süslemeleri de oldukça yalın biçimde ele alınmıştır.
Sultan Abdülmecit'in genç yaşta ölümünden sonra, Sultan Abdülaziz, ağabeyinin sevdiği bu yapılara ve çevreye fazla olmamakla birlikte ilgi gösterir, meraklı olduğu horoz ve koç dövüşleriyle, güreşlerin bazılarını bu bahçede yaptırırdı. Sonraları V. Mehmet Reşat, sık sık buraya gelip dinlenmiş, onun zamanında İstanbul'u ziyaret eden konuklardan Bulgar ve Sırp Kralları 1910'da burada ağırlanmıştır.
TİR-İMÜJGAN KADIN EFENDİ
(16 Ağustos 1819-2 Kasım 1853) Sultan Abdülmecit'in eşi Sultan II. Abdülhamit'in öz annesidir.
Kökeni hakkında iki değişik görüş bulunmaktadır. Bir görüşe göre Trabzon'da esir pazarından alınma bir Ermeni kızıdır[1]. Diğer görüşe göre ise Çerkes' dir. Çerkes olduğunu savunan araştırmacılar buna kanıt olmak üzere Ayşe Osmanoğlu hatıralarında belirttiği gibi, II. Abdülhamit'in annesi için bizzat haremdeki cariyeleri kastederek: "Bunlar da çerkesdir, bizim validenin soyundan..." dediğini gösterirler.
Tîr-î-Müjgan Kadınefendi 10 Kasım 1841 tarihinde Sultan Abdülmecit'in eşi oldu. İki çocuk doğurdu. Birisi 22 Eylül 1842 tarihinde doğan Şehzade Abdülhamit, diğeri ise Seniha Sultan'dı. Tîr-î-Müjgan Kadınefendi, Şehzade Abdülhamit on yaşındayken eski ahşap Beylerbeyi Sarayı'nda veremden öldü. O yüzden Valide Sultan olamadı; oğlu Abdülhamit'i Piristû Kadın Efendi yetiştirdi. Cenazesi İstanbul Yeni Cami Cedit Havatin Türbesi'ne gömüldü.

12 Şubat 2014 Çarşamba

OTUZ YIL SAVAŞI SONUÇLARI
Savaşlarda ve savaşla beraber gelen kıtlık ve salgın hastalıklarda yüzbinlerce insan öldü. Burada, savaşan devletlerin kiraladığı paralı askerlerin yaptığı yağmanın yol açtığı yıkımın büyük rolü vardır. Savaşta en çok zararı Almanya gördü, 16. yy'da Avrupa’nın gelişmiş bir bölgesi olan Almanya’da 17. yy'dan 19. yy'ın ikinci yarısına kadar sürecek olan bir gerileme ve yerellik başladı.
Otuz Yıl Savaşı’nın en önemli siyasal sonucu, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun feodal bir karmaşaya sürüklenmesiyle Fransa’nın Kıta Avrupasında en güçlü devlet olarak ortaya çıkmasıdır. 19. yy.
'da Almanya İmparatorluğu kuruluncaya kadar Avrupa siyaseti Almanya’nın bölünmüşlüğü ve Fransa’nın üstünlüğü çevresinde dönecektir.
Roma Cermen İmparatorluğu’ndan başka İspanya Habsburgları da gerileme sürecine girmişti. Altmış yıldır İspanya egemenliği altında olan Portekiz 1640’ta bağımsız oldu. Benzer bir başarısızlık kolonilerde Hollanda’ya karşı görüldü.
30 Yıl Savaşı, Avrupa’nın gördüğü son büyük din savaşıdır. Habsburglara karşı Protestanları destekleyen Katolik Fransa örneğinde olduğu gibi artık devletlerin çıkarları, dinsel bağlılıklarının önüne geçmiştir. Bu açıdan Vestfalya ile modern diplomasi ve uluslararası ilişkiler esaslarının temelleri atılmıştır.
Artık Avrupa, kendi yasalarına göre davranan, kendi ekonomik ve siyasal çıkarlarını izleyen, istediği tarafta yer alan, ittifaklar kuran ve bozan modern bağımsız devletlerden oluşacaktır. Günümüz devletlerarası sistem Vestfalya ile kurulmuştur.
 ROCROİ YOLU
Olivares zamanının ilerisinde ve öngörüşlü bir kişiydi. İspanya’nın kendisi için barışa ve reforma ihtiyacının olduğunu söylemekteydi. İspanyol ordusunun Hollanda’daki savaşı yolunda gider gibi gözükse de durum yanıltıcıdır. Hollanda donanması yenilenmiş ve İspanyollara zarar verdirmektedir. Ayrıca Filipinler gibi İspanyol kolonilerine Hollanda saldırıları başlamış, ilerleme de kaydedilmiştir. 1627 yılı Kastilya ekonomisinin çöküş yılıdır. İspanyollar paralarının değerini devalüasyonla indirmiş, bu sayede savaşın masraflarının karşılanabileceği sanılsa da önceden Avusturya’da olduğu gibi enflasyon artmıştır. 1631 yılına kadar ekonomik kriz yüzünden ticaret trampa usulüne göre sürecek, hükümet ise kolonilerden vergi toplamakta yetersiz kalacaktır. Almanya’da bulunan İspanyol orduları ödenmeyen maaşlarını kendileri tahsil yoluna gidecektir. Hollanda ise geliştirdiği donanmasıyla İspanyol İmparatorluğunu ayakta tutan biricik yaşam kaynağı olan değerli maden ticaretine engel olmaya başlamaktaydı. 1628 yılında Hollandalı Amiral Piet Hein komutasındaki donanma İspanya’ya Amerika kıtasından gümüş getiren tüm konvoyu ele geçirecek ve İspanya’yı büyük bir servetten mahrum bırakacaktır. 1630 yılında ise Otuz Yıl Savaşı şiddetlenecek, İsveç kralı II. Gustav Almanya’yı işgal edecektir. İlerlediği bölgelerdeki Protestanlardan destek alan İsveç kralı beklenmedik şekilde ölecek ve ordusu ise 1634 yılında Nördlingen Savaşında yenilince ülkedeki Katoliklerin durumu rahatlayacaktır. İspanyol imparatoru durumu güçlüyken bir barış antlaşması imzalamak ister, en güçlü hasımları olan Branderburg ve Saksonya kabul eder ancak Fransa ve özellikle Kardinal Richelieu sorun çıkartmaktadır. Kardinal Hollanda’nın ve Protestanların en büyük destekleyicilerindendir ve Habsburgların gücünü Avrupa kıtasında azaltmak istemektedir. Kardinal, yeni imzalanan Praga Barışının Fransa’nın çıkarlarına uymadığını ilan edecek ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna ve İspanya’ya savaş açacaktır. Deneyimli İspanyol ordusu ilk başlarda başarı kazanacaktır, ordunun amacı kardinali yerinden etmektir. 1636 yılında İspanyol ordusu Paris yakınlarına kadar ilerlese de ekonominin zarar görmesinden çekinen komutanlar daha fazla ilerlemeyeceklerdir. Fırsat kaçıran İspanyollara karşı yeniden toparlanan Fransız Ordusu düşmanları sınıra püskürtecektir. Dover Deniz Savaşında ise İspanyol donanması Hollanda donanmasınca yenilecektir. Böylece İspanya’nın Hollanda’yı ortadan kaldırma amacının başarıya ulaşmayacağı belli olacaktır. 1643 yılında Fransız ordusuna karşı küçük çaplı bir muharebede yenilen İspanyol ordusunun aldığı yenilgi büyütülecek ve yeniden iki cephede savaş durumuyla karşı karşıya kalınacaktır. Savaşın askeri değeri olmasa da propaganda değeri olmuş, Kardinal Mazarin’in zafer kazanması efsaneleştirilmiştir. Sembolik olarak Rocroi Savaşı İspanya’nın kıta Avrupasındaki siyasi ve askeri etkisinin sonunu işaret eder, Otuz Yıl Savaşları ise Fransa’nın lehine sonuçlanacaktır.
YENİ DÜNYANIN FETHİ

İmparatorluğun dış siyaset açılımlarından en hızlı gelişen Atlantik’de bulunan yeni dünya olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu tarafından önü kesilen Uzak Doğunun zenginliklerine ulaşabilmek için yeni ticaret yolları aramak amacıyla girişilen seferlerde İspanyollar ve Portekizliler coğrafi keşiflerde bulunacaklardır. Kendi reconquistalarını İspanya’dan önce tamamlayan Portekizliler Afrika kıtasının etrafını dolaşacak ve Osmanlılar, Cenevizliler ve Venedikliler tarafından kapatılan ticari yollardan bağımsız şekilde Uzak Doğuya ulaşan ticaret yollarını açacaklardır. Bu sayede Portekiz İmparatorluğunun temeli atılacaktır. Kastilya ise Emevileri ülkeden tamamen attıktan sonra ise Kristof Kolomb’u destekleyecek ve Uzak Doğuya çıkacak alternatif bir yol bulup Japonya, Çin gibi ülkelerle Portekizlere muhtaç kalmaksızın ticareti geliştirmeyi deneyeceklerdir. Seferinin sonunda Kolomb, nereye geldiğini bilmeksizin Amerika kıtasını keşfedecek ve kıtanın İspanyollar için fethini başlatacaktır. Keşfedilen yeni topraklar Katolik krallar için ele geçirilecektir. Buna Portekiz itiraz edecektir. Sonunda Papa VI. Alexander, Tordesillas Antlaşmasıyla yeni dünyayı Cabo Verde’den 370 lig uzaklıkta olacak şekilde hayali bir çizgiyle ikiye ayıracak ve iki imparatorluk arasında pay edecektir. Bu şekilde İspanya, Portekiz hakimiyetindeki bugünkü Brezilya’nın olduğu yer hariç yeni kıtanın büyük kısmının hakimi olacaktır. Papalık kurumunun bu ilahi kararı İspanyol yayılmacılığının resmi dayanağı olmuştur. Hispanyola adasının ele geçirilmesini takiben koloniciler kıtanın içlerine doğru ilerlemeye başlarlar. Daha fethedilecek çok geniş araziler olduğu yolunda alınan bilgiler doğrultusunda yayılma hız kazanacak ve yeni fetihler yapılacaktır. Juan Ponce de León, Porto Riko’yu; Diego Velázquez Kübayı; Alonso de Ojeda Venezuela’yı; Diego de Nicuesa Nikaragua ve Kosta Rika’yı; Vasco Núñez de Balboa Panama’yı ve Pasifik Okyanusu kıyılarını keşfedecektir. Yıllar sonra II. Felipe iktidarında imparatorluk yeni zenginlik kaynaklarıyla beraber güçlenecek ve Avrupa’daki egemenliğini sağlamlaştıracak ancak amerika’dan akan değerli madenler yüzünden enflasyon yaşanacak ve İspanyol sanayi durma noktasına gelecektir. Güçlü ekonomilerde olduğu gibi İspanyol ekonomisi de hammadde olarak dışa bağımlı durumda kalır, daha yoksul ülkelerin başta elle yaptıkları basit üretim sonraları atelyeler sayesinde gelişecek ve sanayi devrimi ile Fransa, İngiltere gibi ülkeler öne geçecektir. Değerli madenlerin aşırı bol bulunması durumu Salamanca Üniversitesi'nde tartışmalara yol açacak ve diğer Avrupa ülkelerinin daha gündeminde olmayan ekonomik sorunlar tartışılacaktır. Diğer taraftan yapılan savaşların aşırı giderleri artmakta ve başarısızlık durumunda heba olmaktaydı. II. Felipe’den sonra başa gelen I. Carlos kendisini Avrupa siyasetinin orta yerinde düşmanlar arasında bulacak ve sürekli savaşlarla ekonomisi zayıflayacaktır. Artık Ceneviz, Almanya gibi ülkelerin bankerlerinden borçlar alınmakta, bunlara karşı monarşinin eli zayıflamaktadır. Aynı duruma Hollanda ve İngiltere koloni imparatorlukları da daha sonra düşeceklerdir.

10 Şubat 2014 Pazartesi

 BÜYÜK ATATÜRK'ÜN DİN HAKKINDA DÜŞÜNCELERİ
Atatürk yaşantısında sahip olduğu geniş bilgi birikimiyle her zaman gerçek dinle, batıl inanç, hurafe vb. ayırmış, yeri geldikçe de bu konularla ilgili toplumu aydınlatmak gereğini kendisinde hissetmiştir.
Türk toplumunu sahte dindarlığa ve din bezirgânlığına karşı korumak ve Türk halkını uyanık tutmak için çoğu konuşmalarında bu konuya önem vermiş ve her fırsatta görüşlerini dile getirmek durumunda kalmıştır.
Atatürk 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir Paşa Camii’nde yaptığı konuşmada din konusu ile ilgili şu şekilde açıklamalarda bulunmuştur.
“ Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki Yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir.(tarihin.com) En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz, akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ev uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Allah’tır.”
Atatürk’ün din ve dindarlık anlayışı, İslamiyet’in özündeki gerçeklere dayanan bir anlayıştır. Dini, kendi kişisel çıkarları için kullanmak isteyenlere karşıdır. Atatürk bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır.
“İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılageldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inançlarımızı ve vicdan işlerimizi, karışık ve değişik olup her türlü çıkarlarla hırsların kıpırdanışlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, ulusun bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da mutluluğun gerektirdiği bir sorumluluktur; ancak böylelikle İslam dininin yüceliği belirmiş olur.”
Atatürk İslamiyet'in her zaman en mükemmel, en doğru ve en gerçekçi din olduğuna inanmış ve dini gereklilikleri elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışmıştır. Atatürk dini alet ederek çıkar sağlamak isteyen, cahil insanları kolayca kandırabilen, dini sömürge aracı olarak kullanan kişilerin bu faaliyetlerini yapmasına hayatı boyunca engel olmaya çalışmış. İnsanların eğitilerek din sömürgecilerinden kurtulması konusunda fikirlerini her zaman beyan etmiştir.
ŞURA-YI DEVLET
 Osmanlı Devleti'nde günümüzdeki Danıştay'a karşılık gelen yüksek yargı kurumudur. 1868-1922 yılları arasında görev yapmıştır.
Şura-yı Devlet'in temelleri II. Mahmut tarafından 1837 yılında kurulmuş olan Meclis-i Vâlây-ı Ahkâmı Adliye adındaki yüksek mahkemeye dayanır. Bu mahkeme günümüzdeki Danıştay ile Yargıtay’ın temelleri olan bir kurumdur. Daha sonra 1839 yılında Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı halkının din ve mezhep farkı gözetilmeksizin can, mal, ırz ve namus gibi tabi haklarının kanun teminatı altına alınacağı devletçe vaat edilmiş, böylece yeni bir hukuk devletinin temel prensipleri ortaya konmuş, idarenin (devletin) de hukuk kurallarına uyması gerekliliği Osmanlı’da kabul edilir bir fikir haline gelmiştir.
1868 yılında padişah Abdülaziz döneminde Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye ikiye ayrılarak Danıştay işlevini yapmak üzere Şura-yı Devlet, Yargıtay işlevini yapmak üzere ise Divan-ı Ahkâmı Adliye adıyla iki kuruma ayrılmış, böylelikle, yargı ve yasama birbirinden ayrılmıştır. Bu iki yargı organından Şura'yı Devlet'e hem kanun tasarılarını hazırlama hem de idarî uyuşmazlıklara çözüm getirme şeklinde hem "kanun tasarı hazırlama" hem "yargı" görevi olarak iki görev verilmiştir. Divan­-ı Ahkâm­-ı Adliye'ye ise yalnızca "yargı" görevi verilmiştir.
Padişah Abdülaziz'in 10 Mayıs 1868 günlü nutkuyla fiilen çalışmaya başlayan Şura-yı Devlet'in görevi "Kavanin ve nizamat layihalarını tetkik ve tanzim, mesalihi mülkiyeyi tetkik, hükümet ile eşhas beyninde mütehaddis deaviyi rü'yet ve memurini devletin tahkik ahvaliyle, muhakemelerini icra" olarak ifade edilmiştir. "Hükümet ile eşhas beyninde mütehaddis davaları" görmek ve çözümlemek görevi, 1876 Kanuni Esasisi ile genel mahkemelere bırakıldığından, Şura-yı Devlet'in yargısal görevi çok sınırlı kalmıştır.
Osmanlı döneminde 54 yıl görev yapan Şura-yı Devlet, 4 Kasım 1922 tarihinde İstanbul’daki bütün merkez kuruluşlarının TBMM Hükümetinin yönetimine geçmesiyle sona erdi. 669 sayılı Kanunla Şura-yı Devlet'in yerine Danıştay kurulup, 6 Temmuz 1927 tarihinde çalışmaya başladı.
 ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ
Türk Yunan yakınlaşması için 1930 yılında Yunan başbakanı Elefterios Venizelos'u Türkiye'ye davet ederek Milli Mücadele'nin düşmanı Yunanistan'la barışın temellerini attı. Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi 1923 yılında Lozan Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye'deki Rumların Yunanistan'a, Yunanistan'daki Türklerin Türkiye'ye zorunlu göçüne karar verilmiştir. Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. 1934'de Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Ancak Nobel Ödül Komitesi değerlendirmeye almadı.
 PADİŞAH II.ABDÜLHAMİD'İN KİTAP KOLEKSİYONU
Abdülhamid matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.
Abdülhamid dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı, bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti.
Abdülhamid Yıldız Sarayı'nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane 4 bölümden oluşmaktaydı:
  1. Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
  2. Gazeteler: Kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
  3. Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi.
  4. Coğrafya ve seyahatnameler: Yıldız Sarayına kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in dünyayı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.

6 Şubat 2014 Perşembe

ATATÜRK’ÜN HAZIRLATTIĞI TARİH KİTAPLARINI KİM DEĞİŞTİRDİ?
Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” cumhuriyetin okul kitaplarına da girmişti. Liseler için hazırlanan tarih kitaplarında Osmanlı’nın eksik yönleri, yanlış politikaları hiç çekinilmeden eleştirilmişti. Bugün yapıldığı gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki ders kitaplarında “romantik” bir Osmanlı tarih anlatımı yoktu. Türk-İslam tarihinin en uzun süre ayakta kalmış devletinin eksikleri, yanlışları eleştirilerek Türk gençlerinin tarihlerinden ders almaları ve geçmişin hatalarını tekrarlamamaları amaçlanmıştı. Yani genç cumhuriyet Osmanlı tarihini, bir rahatlama aracı, eski başarılarla avunma yöntemi olarak değil, bir sosyal laboratuvar olarak kullanmıştı. Genç cumhuriyetin Osmanlı tarihine yönelik bu yaklaşımı son derece doğrudur. Çünkü bilindiği gibi “tarih bilimi”, insanların kendi kendilerini avutmaları, geçmiş başarılarla övünmeleri amacıyla icat edilmiş bir oyun aracı, bir hamasi düşler makinesi  değildir; “tarih”, toplumların geçmiş hatalarını bilerek o hataları tekrarlamalarını engellemek amacıyla geliştirilmiş, belge ve bilgiye dayalı bir sosyal bilimdir.
   Ancak bugünün Türkiye'dekinde üstelik kendilerini “liberal” olarak tanımlayan kimileri, buz gibi, “Osmanlı seviciliği” yapmakta ve Atatürk’ün 20. yüz yılın başlarında Osmanlı’nın en gözde padişahlarının “fetih siyasetlerini” eleştirmesini yadırga maktadırlar. Örneğin Taha Akyol, bir köşe yazısında Atatürk'ü, Fatih’i eleştirdiği için eleştirmiş ve haksız bulmuştur.[18] Oysa ki Peçevi, İbrahim Efendi, Katip Çelebi ve Naima gibi tarihçiler de Viyana’ya kadar dayanan Osmanlı fetih siyasetini, üstelik yüzlerce yıl önce, eleştirmişlerdi.[19]
   Atatürk döneminde okul kitaplarında Osmanlı tarihi, “savaş” ve “anlaşma” tarihi olarak değil, “bilim”, “kültür”, “sanat” tarihi olarak anlatılmıştır. Atatürk, genç cumhuriyetin “kul” olmaktan “birey” olmaya terfi etmiş “çağdaş yurttaşlarını” savaş ve fetihle değil, savaş ve fetih başarılarının da ardında yatan “bilim”, “kültür” ve “sanat” alanındaki başarılarla motive etmeye çalışmıştır.[20]
   Ancak Atatürk’ün bu “tarih bilinci” birilerini rahatsız etmiş, ve Atatürk öldükten sonra Türkiye’de genel olarak tarih eğitimi, özel olarak da “Osmanlı tarihi anlatımı” değiştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri yele imzalanan 1949 Eğitim Komisyonları Anlaşması gereğince, ABD’li uzmanların isteğiyle Osmanlı tarihi, yeniden “savaş”, “fetih” ve “anlaşma” tarihine indirgenmiş, Osmanlı “sanatı” “kültürü” (en azından mimarisi) nerdeyse tamamen kitaplardan çıkarılmıştır. Amerika'nın, Osmanlı tarih yazımında böyle bir değişiklik yapmasının nedeni 1950 ve sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde siyasi rakibi Komünist Rusya'nın burnunun dibindeki Türkiye’den daha rahat yararlanmak istemesidir. Şöyle ki: ABD, “Osmanlı atalarının savaşçılığıyla motive olan Türk gençlerinin”, asker olarak kendisine daha yararlı olacağını düşünmüştür. Bu nedenle Türk tarih Osmanlı tarihine, Osmanlı tarihi de “savaş” ve “fetih” tarihine indirgenmiştir.
    İşte bu süreçte, sadece tarih kitapları değiştirilmemiş, Atatürk’ün “ulus” ve “milliyetçilik” anlayışları da değiştirilmiştir. Atatürk’ün, “En aşağı 7 bin yıllık” Anadolu tarihinden beslenen, Hatti, Hitit, Sümer, Truva, Bizans, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerinin mirasçısı olan “Türk milleti” tanımı, 1071’de Orta Asya’dan Anadolu’ya giren “göçebe kitlelerin”, zaman içinde Anadolu’da kurdukları Osmanlı Devleti’ne indirgenmiş, Osmanlı Devleti de sadece “savaşa” ve “fetihe” mahkum edilmiştir. Bu tarihi okuyan Türk gençleri de “Osmanlı’nın askeri zaferleriyle” övünmeyi, “Milliyetçilik” zannetmeye başlamışlardır.
TARİHTEN BİR OLAY
Bir rivayete göre kanuni sultan Süleyman hamama girmek için soyunur.Kolundaki elmaslı pazubendi gömleyinin üzerine koyar.Kendisi içeride yıkanırken dışarıda elbisesinin toplayan hademelerden biri
kaza ile gömleyin üzerindeki pazubendi yere düşürür .Pazubenddeki elmas parçalanır.Hizmetkar,hayatından ümitsiz darüssaade harem ağasına koşar .Odada ikiside ne yapacaklarını şaşırırlar.Ümitsizce çırpınırken sultan Süleyman han dışarı çıkar.Yüzlerindeki teessürü görür.Nedenini anlayamaz,yalnız şu suali sorar;
-Niçin üzgünsünüz? Yoksa taşrada düşman bir kale mi aldı yahut kötü bir haber mi geldi ?