Translate

13 Nisan 2014 Pazar

MISIR HİDİVİ II.ABBAS HİLMİ PAŞA
Babası Hidiv Tevfik Paşa, annesi Emine Valide Paşa'dır (“Paşa” ünvanı, Emine Hanım'a II. Abdülhamit tarafından verilmiştir.)Mısır’daki saray okulunda başladığı eğitimini önce İsviçre'de ve Viyana Harp Akademisi’nde sürdürdü.
Babasının ölümü üzerine 1892'de on sekiz yaşında iken Osmanlı Devleti’nin fermanı ile hidivliğe getirildi. Genç ve tecrübesiz olması nedeniyle Osmanlı Devleti kendisine Ahmet Muhtar Paşa’yı danışman tayin etti.[3]
1893 yılında İstanbul’a gidip II. Abdülhamit ile görüşen Abbas Hilmi Paşa, ertesi sene Avrupa seyahatlerine çıkmaya karar verdi. Osmanlı Devleti’nin Mısır’da otorite boşluğunun doğabileceği endişesiyle çıkacağı seyahatlere engel olmak istemesine rağmen bu kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, tüm seyahatlerinde onu yakından takip etmeye çalıştı.[3]
Abbas Hilmi Paşa, hıdivliğinin ilk yıllarında İngiliz idaresine muhalif bir tutum izlese de bu durum uzun sürmedi. Ahmet Muhtar Paşa’nın bütün gayretine rağmen onu hidivliği döneminde İngilizler, Mısır'ın iç işlerine karıştılar ve Osmanlıların Mısır'daki etkisi azaldı. Akabe'nin Hicaz Eyaletine katılmak istenmesi üzerine, İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında "Akabe Sorunu" adı verilen anlaşmazlık patlak verdi; İngilizler, sert çıkış yapınca Akabe gene Mısır'a bağlı kaldı.
İzlediği istikrarsız siyaset sonucu pek çok muhalifi olan Abbas Hilmi Paşa, çeşitli suikast girişimlerine maruz kaldı. İlki 1894’te İskenderiye’de gerçekleşti.[3] Sık sık İstanbul'a gelip giden Abbas Hilmi Paşa'nın 1914'teİstanbul'da bulunduğu sırada da bir suikasta uğradı ve yaralandı.
1914’te İstanbul’da bulunduğu sırada Osmanlı Devleti Almanya'nın safında I. Dünya Savaşı savaşına girmişti. Bu gelişme üzerine İngiltere, Osmanlıların Mısır üstündeki haklarını artık tanımadığını ilan edince Abbas Hilmi Paşa'nın hidivliği fiilen sona erdi; yerine amcası Hüseyin Kamil İngilizler tarafından "sultan" ünvanıyla Mısır hükümdarlığına getirildi. Osmanlı hükümeti ise Abbas Hilmi Paşa'yı Sevr Antlaşması'nı imzaladığı 10 Ağustos 1920'ye değin Mısır hidivi olarak tanımaya devam etti. 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile hidivliği resmen sona erdi.
1914’ten sonra tekrar Mısır’a dönemeyen Abbas Hilmi Paşa, 1922’de Hüseyin Kamil'in yerine I. Fuad'ın kral olması ile hidivlik haklarını tamamen kaybetti. 1931’de Mısır’a girmesi yasaklandı. Son günlerini geçirdiğiCenevre'de 20 Aralık 1944’te hayatını kaybetti. Kahire'deki Afifi Türbesi'ne defnedildi.
Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın Mısır hidivi olduğu süredeki hatıralarını yazdığı bir de kitabı bulunmaktadır. Eser Arapçadır. Daruş Şuruk tarafından neşredilmiştir.

12 Nisan 2014 Cumartesi

KABAKÇI MUSTAFA İSYANI
Bu isyanın esasında pek çok nedeni vardır. 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da çıkan milliyetçilik akımı, Osmanlı'yı diğer Avrupalı ülkeler kadar çabuk etkilememişti. Hattâ Sultan III. Selim, “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, sosyal ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir hayatiyet ve canlılık getirdi. Bu durum; Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmiyordu. 1806’da çıkarılan Sırp isyanı, 1807’de Rusya’ya harp ilanı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgali, tamamen Osmanlı Devleti'nin bu gelişme programını önlemeye yönelikti.
Nitekim bu faaliyetler, içeride de, III. Selim'in kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen yeniçeriler ile menfaatperestleri ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hainleri harekete geçirdi. Akkâ yenilgisini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşviki ve Selânikli Sadaret Kaymakamı Köse Musa Pasa’nın tahrikleriyle âsiler, ayaklanmaya hazır hâle geldiler. Karadeniz Boğazı tabyalarındaki yeniçeriler ve yamaklar, gizlice, modern ve talimli yeni askerlere karşı kışkırtıldılar. Sadaret Kaymakamı Köse Musa Pasa’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar.
Bu hareket ile isyan başlatıldı. Büyükdere Çayırında toplanan âsiler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. İsyan genişledi. Beş yüz kadar âsi, İstanbul’a yürüdü. Âsileri, Levend Çiftliğindeki bir tabur nizamî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Musa, Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu. Sultan III. Selim kan dökülmesini istemedi. Sultan III. Selim “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Musa, âsileri teskin edeceğini ifade ederek, Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı.
Kararın hemen ardından Köse Musa harekete geçti. Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsiler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler. Daha sonra "Pâdişâhı da istemiyoruz "diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan III. Selim'i tahttan indirip, yerine IV. Mustafa'yı geçirdiler."Rusçuk Yaranı" adı ile anılan gizli bulunan, reform ve III. Selim yanlısı ve önemli devlet görevleri yüklenmiş olan grup (Sedaret Mektupçusu Tahsin, Başmuhasebeci Ramiz, Tuna Yalisi Mubayaacısı Behiç, Sadaret Kethudası Refik, Reisikuttab Galip efendiler) çaba göstererek hiç velvele çıkartılmadan Alemdar Mustafa Paşa ve seymenler ve Kıraçali ordusunun Edirne'ye gelmesini sağlamışlardı. Bu ordu mensupları Trakya'da yollar ve konaklara dağılarak İstanbul Trakya seyahatlerini önlemişlerdi. İşşemri ile 300 kişilik bir süvari baskın birliği oluşturulmuş ve Hacı Ali Ağa emrinde 14 Temmuz'da Rumelifeneri Kalesi'ni basmışlardır. Kalede bulunan Kabakçı Mustafa bu baskın sonucu hemen öldürülmüştür. Fakat yamaklar İstanbul'dan getirdikleri toplarla direnişe geçmişlerdi. Buna karşılık olarak baskıncı birlik ellerine geçirdikleri Anadolufeneri Kalesi toplarını kullanmaya başlamışlardı. Müthiş bir muharebe başlamıştı. Rumelifeneri köyü yamaklar tarafından yakılmış; Rumelikavağı, Sarıyer, Yeniköy yıkılıp yakılıp büyük zarar görüştü. Sivil halk denizden sandallarla kaçıp kurtulmaya çalışmaktaydı. Bu muharebe 4 gün sürmüş ve sonunda yamaklar tepelenmişti. Yamaklardan 300 ölü; Alemdar milislerinden 13 ölü zayiat doğmuştu.IV. Mustafa durumu iyi görmemiş ve Edirne'de bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa ile Alemdar Mustafa Paşa'ya aracı olarak Hazine Vekili Nezir Ağa'yı göndermiş ve her ikisini de Istanbul'a çağırmıştır. Sadrazama ve Alemdar milis ordusu ile birlikte 19 Temmuz'da İstanbul'a gelmişlerdi. Onları Şeyhulislam ve devlet erkanı İncirli Çiftliği'nde ve Sultan IV. Mustafa'da Sancak-i Şerif'le (İncirli ile Davutpaşa arasinda bulunan) Kırkkavak'da karşılamışlardı Sultan, Sadrazam ve Alemdar devletin erkanıyla görüşme yapmıştı.
"Rusçuk Yaranı" IV. Mustafa'nın hemen burada tutuklanması ve milislerin ivedilikle İstanbul'a girip III. Selim'i tekrar tahta geçirmesi idi. Fakat Alemdar bu öneriyi "mertliğe uygun değildir" diyerek reddetmişti.
Alemdar Kırcalı milisleri ve seymenleri ile Çırpıcı Çayrı'nda ordugah kurdu. Sadrazam ise şehirdeki konağına ve yanındaki askerlerde şehir kışlalarına gitmişlerdi. 20 ve 21 Temmuz'da yeni bir seri atama yapıldı ve özellikle Şeyhülislam'lığa Arapzade Arif Efendi getirildi. 21 Temmuz'da Alemdar ordusyla Alay Köşkü onunde IV. Mustafa'ya alay etti. Fakat IV. Mustafa Alemdar'ı sadrazam tayin etmeyip onu bir sadık, has ve kahraman kişi olarak övdükten sonra bütün Trakya ve Balkanlar üzerinde (Edirnekapi'dan Tuna Irmağı'na kadar yörelere) devlet murahhası ve serdarı olarak atandığını bir hatt-ı hümayunla ilan etti.
93 HARBİ KARS ERZURUM SAVUNMASI
15 Ekim'deki Digor'da gerçekleşen Alacadağ Muharebesi'nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı'nın 5-6,000 ölü ya da yaralı ile 8,500 savaş esiri kaybı oldu. Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. 17 Kasım 1877 tarihinde Kars, tekrar kuşatıldı. Şehri yaklaşık 25.000 Osmanlı askeri savunuyordu. Cephane ve sayı üstünlüğü olan Rus ordusu, şehrin etrafını sarmıştı. Kars işgal edildi ve Osmanlı kaybı yaklaşık 2.500 ölü idi. Rusların kaybı da o kadardı ve Türkler, geri kalan askerlerini esir vermişti. Ahmed Muhtar Paşa,Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi.Deveboynu Muharebesi ağır Osmanlı kayıpları,Rus zaferi ile sonuçlanmasına, Ruslar ardından ilerleyerek Erzurum'a doğru taarruz etmelerine karşın bu savunma hattını geçemediler. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşlar Aziziye Tabyası'nda savunma yaptı. Türk kamuoyunda bu olay, kahramanca gösterildi. Gazi Ahmed Muhtar Paşa, çok yıpranmış ve destek alamayan ordusunun imha olmasından endişelendi. Osmanlı Erzurum'dan çekildi ancak Erzurum'un çevresi Rus Ordusunca sarılsa da Ruslar,ikinci bir sert direniş olabilir endişesiyle şehre tekrar doğrudan saldırmadılar.Erzurum'u tamamen sarıp abluka altında aldılar.Bununla birlikte Rus ordusu Bayburt ile Çoruh vadisine burada kurulmaya çalışılan, doğudaki son Osmanlı savunma hattına kadar ilerledi. Bu arada İstanbul'un rus işgali tehlikesi altında kalma durumu belirince elindeki az kuvvetle başarılı bir savunma yaptığı düşünülen Ahmet Muhtar Paşa, buradaki görevinden alınıp, acilen balkanlardaki ve İstanbul'daki kuvvetlerin başına getirildi. Savaşın bitmesinden sonra Ayastefanos Antlaşmasında Erzurum Ruslara teslim edilip, bırakılsa da; Berlin Antlaşması sonrası Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi ama KarsArdahanArtvin ve BatumBerlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakıldı. Bu şehirler, yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması'na kadar Rusya'nın elinde kaldı.
RUS İMPARATORLUĞUN'DA TOPLUMSAL SINIFLAR
Rusya'nın toplumsal yapısının temel taşı olan serflik kurumu aynı zamanda geriliğin başlıca kaynağıydı. Ama soyluların tepkisinden çekineen ve bir otorite boşluğunun doğmasından korkan dönemin her iki imparatoru da bu kuruma dokunamadı. İmparatorluk bürokrasisinin kırsal alanda uygulayabildiği tek reform, devlete ait arazileri eken köylülerle ilgili olarak bir bakanlığın kurulması oldu. Köylüleri volost denen birimler çerçevesinde örgütleyen bu bakanlık, tarım ve eğitimin geliştirilmesinde belirli ölçüde başarıya ulaştı.
Rus aydınlarının serflik sistemine karşı çıkmasının temelinde yatan düşünce, bu kurumun ekonomik gelişmeyi kösteklediği noktasında toplanıyordu. Toprakların verimli, işgücünün bol ve tahıl ticaretinin kazançlı olduğu güney bölgelerindeki durum bu yaklaşıma oldukça uygundu. Ama ülkenin öteki kesimlerinde toprak sahiplerinin tek işgücü dayanağını serfler oluşturuyordu. Ayrıca kuzeydeki bazı yörelerde zanaatçılıkla uğraşan serflerin ödediği vergiler toprak sahiplerine önemli bir gelir sağlıyordu. Sonuç olarak toprak sahiplerinin büyük çoğunluğunun çıkarları serfiliğin korunması yönündeydi.
19. yüzyılın ilk yarısında madencilik alanında öteki Avrupa devletlerinin gerisine düşen Rusya, daha çok pamuk dokumacılığı ve şeker üretimi gibi sanayilerde gelişme gösterebildi. Sanayiyi geliştirmeye yönelik yüksek gümrük tarifeleri de bu dönemde gündeme geldi. Tahıl ihracatında sağlanan önemli artışa karşın, Rusya'nın dış ticaret hacmi eski düzeyini aşamadı. Rusya'nın ilk demiryolu hattı ancak 1851'de hizmete açıldı ve karayolları ağı son derece yetersiz kalmaya devam etti. Sanayi ve ticaretteki cılız gelişmeye göre hızla büyüyen kentlerde, devlet korumasından yararlanan varlıklı tüccarlar önemli bir güç kazandı. Orta Rusya'daki İvanovo gibi bazı merkezlerde sanayi işçisi olarak nitelendirilebilecek bir kesim ortaya çıktı. Bununla birlikte kentlerin ağırlıklı öğelerini küçük esnaf ve zanaatçılar ile serfler oluşturuyordu.
PEHR EVİND SVİNHUFVUD
Soylu bir aileden gelen ve bu sebeple Svinhufvud af Qvalstad olarak ta anılan, Finlandiyalı politikacı ve devlet adamı.
Soylu ve köklü bir aileden gelen Svinhufvud, 1861 yılında Finlandiya'nın güneyinde bulunan Sääksmäki şehrinde dünyaya gelmiştir. Denizci olan babasını henüz iki yaşında iken bir deniz kazasında kaybenden Svinhufvud, dedesinin yanında kalmaya başlamıştır. Dedesinin de intihar etmesi neticesinde annesi Svinhufvud ve kız kardeşini de alarak Helsinki'ye taşınmış ve orada yetiştirmiştir. Bir yandan hukuk okuyan Svinhufvud bir yandan da soylu ailesini eyalet meclisinde temsil etmiştir. Rus Çar rejimine karşı olduğu için 1914 yılında Sibirya'ya sürülen Svinhufvud, buradan 1917 yılında senato başkanı olarak Finlandiya'nın bağımsızlığına katkıda bulunmak ve bu konu ile ilgili Lenin'i etkilemek için Petrograd'a geçmiştir ve Lenin ile görüşmüştür.
Finlandiya'nın bağımsızlığını kazanmasından sonra 1931 yılında devlet başkanlığına seçilen Svinhufvud, 1937 yılında tekrar aday olmasına rağmen iki turlu seçimde Kyösti Kallio'ya karşı yenilerek görevini devam ettirememiştir.
Svinhufvud 1944 yılında 83 yaşında Luumäki'de hayatını kaybetmiştir.
TARİH AKIŞI DEĞİŞİRMİ ?
Mahiyeti itibarıyla tarih ölüdür; çünkü değiştirilemez. Tabii aynı zamanda vazgeçilemez; zira kalıntı ve sonuçları günlük hayatımızda bizi çevrelemektedir.
O ölüden gaünümüzde diri olan insan toplulukları çıkmıştır. Bu toplulukları tanıyabilmek için his ve temayülleriyle birlikte ele almak gerekir. Bu his ve temayüller o cemiyete ruh vermiş, onu millet yapmıştır. Bundan dolayı Montesquieu, bir milletin, içinde yaşadığı coğrafyanın niteliğinden, dininden, çeşitli ihtiyaçlarından doğan gelenek ve göreneklerinden ortaklaşa tesirlerle örülüp meydana çıkmış bir ruhu olduğunu belirtir. Aynı milli ruha (volksgeist) Hegel de temas etmiştir. Kanaatimce tarihçinin en önemli ödevlerinden biri, milletin hayatını derinden etkileyen bu ruhun niteliğini belirlemek ve milletin hayatına bu minvalde bir düzen verilmesine yardımcı olmaktır.
Milli ruh ne gökten zembille iner ne de hüdây-ı nabit gibi yerden biter. Durup dururken tebarüz etmez; aksine olaylarla yoğrulup şekillenir ve gün ışığına çıkar. Ölülerin ruhları kaybolmaz; dirilerin ruhunda yaşamaya devam eder. Dünyaya gelen her yeni insan, düşünce ve kabullerinin çok uzun bir geçmişin eseri olduğunu anlar. Aidiyet şuurunun ve aynı inancın oluşturduğu birlik... Bu birlikte soyaçekim kanunlarının tesiri görülür. Bu aynı zamanda bir kuvvettir. Adı milli ruh olan bu kuvvet, milletin varlığı tehlikeye düşünce harekete geçer.
Milletler elbette ki sabit değildir. Din değiştirirler, göç edip bir başka iklimde yaşamaya başlarlar, kültür alışverişleri arttıkça farklılaşırlar vs... Bir milletin hayatı sıklıkla bir nehrin akışına benzetilmiştir. Nehrin kıyılarını oluşturan din, gelenekler, ahlak değiştikçe akıp giden millet de değişir. Fakat ne kadar değişirse değişsin, diğer milletlerle tamamen karışmadığı müddetçe kendi suyunu diğer ırmaklardan ayıran özelliklerini muhafaza eder. İnsanlığın gelişmesinin ve zenginleşmesinin anahtarlarından biri bu hususiyettir.
On beşinci yüzyıldaki Türk toplumu ile on dokuz ve yirminci yüzyıllardaki Türk toplumu elbette bir değildir. Birçok özelliklerini yitirmiş, eskiden ona heyecan veren unsurlar artık vermez olmuştur. "Veren el alan elden üstündür" düsturunun peşinde olan bir toplumda zamanla başkasının malını hesap edenler, külah geçirme peşinde olanlar arttı. Alp tipi miskinlik ifade eden yanlış bir derviş tipine dönüştü. İslamiyet'i nefse uydurmalar yaygınlaştı; şartların gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılmaksızın dört kadınla evlenmek adeta gelenek haline geldi. Bu yetmezmiş gibi odalık, müstefreşe ve benzeri kurumlar nefsi tatmin için icat edildi ya da dönüştürüldü. Hayatı, şer-i şerif yerine hile-i şer'iyye düzenler oldu.
Toplumu değiştirmeden tarihi değiştirmeyi düşünmek boşunadır. Milletin değişiminde içerisinden çıkan aydın evlatları mühim roller oynarlar. Geniş halk kitleleri alışkanlıklarıyla yaşarlar. Bu alışkanlıklarda değişiklik yapılmak istendiğinde itiraz ederler. Bu itirazı aşabilecek olanlar, milletin bir parçası olan aydınlardır. Ya topluma örnek olmaları ya da sanatın değişik dalları vasıtasıyla onun ruhuna dokunmaları gerekir.
Sıradan insanların aklı gözündedir; onu değiştirmek ancak gözüne hitap etmekle mümkündür. Geniş kitlelere fazileti anlatmak ancak faziletli yaşamakla kabildir. Kalabalıkların hak ve hukuk kavramından bihaber olmalarından şikâyet eden bir aydın bu kavramlara öncelikle kendisi riayet etmelidir. Vereceği eserlerle de bu meseleleri ortaya döküp işlemelidir. Dahiyane kavrayışlarla inşa edilmiş camileri seyredenler, iç içe geçmiş zarif motiflerle dokunmuş bir şiiri, güzel bir romanı okuyanlar farkında olmadan gerekli gıdayı alacaklardır.
Milletlerini gıpta edilecek bir geleceğe taşımak isteyen aydınlar, o ihtişamın ihtiyaç duyduğu değerleri öncelikle kendileri benimsemek ve yaşamak zorundadırlar. Toplumu onunla yoğurmak zorundadırlar. Gerisi, suyun üzerine nakış işlemektir.
NOT:Mehmed Niyazinin bir makalesidir.

10 Nisan 2014 Perşembe


SAVCI BEY İSYANI
I. Murad bu seferde iken "taht vekili" olan oğlu Savcı Bey bir şehzade ayaklanması başlattı. Gerçekte bu Osmanlı şahzadesinin ayaklanması İstanbul'da Bizans İmparatorluğu için imparator adaylari arasındaki taht kavgalarının bir uzantısı idi. I. Murad 1373de yanına vasal hükümdar olan Bizans İmparatoru V. Yannis Palaiologos ile birlikte bir Anadolu seferine çıkmıştı. Konstantinopolis'deki büyük oğlu Andronikos küçük kardeşi Manuel ile taht için rekabet halinde idi. Babasının başkentten ayrılmasından istifade eden Andronikos bir komplo yapıp imparatorluğunu ilan etti. Bu ayaklanma eylemine her nedense daha 14 yaşında olan Osmanli şehzadesi Savcı Bey de katılıp Rumeli'de babası I. Murad yerine hükümdar olduğunu ilan edip kendi adına hutbe okuttu. I. Murad, komutası altındaki Osmanlı güçleri ile hemen Rumeli'ye geçti. Şehzade Savcı Bey ve Bizanslı gaspçı Andronikos'un komutası altında bulunan birliklerle İstanbul yakınlarında "Apikridium" mevkinde bir çarpışma yapıldı ve I. Murad idaresindeki ordu Savcı Bey ve Andronikos'un ordusunu dağıttı. Savcı Bey Dimetoka'ya kaçtı ve orada yakalandı. Babası Savcı Bey isyanından çok etkilendiği için, önce onun gözlerine mil çektirme cezası uygulattı. Feridun Bey Münşeati terimiyle Savcı Bey "nur-ı basıradan mechur (görme ışığından yoksun)" edildi.
Aynı ceza Bizans İmparatoru V. Yannis tarafından asi oğluna da uygulandı. Fakat tarihçiler Bizans İmparatoru'nun bu cezayı daha hafif bir şekilde uygulayıp oğlunun gözlerine kızgın sirke döktürüp yarı kör ettirildiğini bildirirler. I. Murad oğlunu kör ettirdikten sonra öfkesini yenemeyip sonradan Bursa'da bulunan Savcı Bey'i boğdurarak idam ettirdi. Bursa dolaylarında başlayıp orada biten Savcı Bey öyküsü sonradan şiir ve romanlara konu olmuş bir trajik vaka oldu.