Translate

9 Ekim 2013 Çarşamba

OSMANLILARDA DEVLET ANLAYIŞI
Osmanlılarda devlet yönetimi İslam’a ve eski Türk Devletlerine dayanır.Osmanlı devleti adını kurucusu olan Osman Gaziden almıştır.Devletin başına onunla aynı soydan gelen kişiler geçmiştir.Padişah bütün yetkileri elinde bulundurdu.Dünyevi yetkileri kullanılmasında sadrazamı, dini yetkilerin kullanılmasında ise şeyhulisamı yetkilendirmiştir.Töreye göre memleketin sahibi ve bütün idari işlerin başıydı.Padişaha; bey, gazi, sultan, han, hüdavendigar, halifei Ruyi Zemin, hükümdar gibi ünvanlar da konulmuştur.Koyduğu kurallar onun ağzından çıkmış gibi yazılır ilgili kişilere iletilirdi.Bu belgelere ferman adı verilirdi.Osmanlı yöneticileri ve toplum tarafından devletin sonsuza kadar yaşatılacağına inanılmıştı.Bundan dolayı devlete “Devleti Ebeb Müddet”, “Devleti Aliyye” gibi sıfatlar kullanılmıştır.
Padişahın bütün oğullar taht üzerinde hak sahibiydi fakat I.Ahmet zamanında Ekber-Erşet usulü uygulandı yani ailenin en yaşlı üyesi Padişah olmuştur.
XVI. yüzyılı sonlarına kadar şehzadeler sancaklara, lala adı verilen birinin yanında, sancakbeyi olarak atanırdı.Sancaybeyi olarak atanmanlarındaki amaç ise şehzadelerin yönetim hakkında bilgi ve teccübe kazanmasını sağlamaktı.

8 Ekim 2013 Salı

ORTA DOĞU'DA MANDA YÖNETİMLERİNİN KURULMASI
Sömürgecilik
Sömürgecilik ve emperyalizm değimleri arasında kesin bir ayrım yapılamamıştır. Son yıllarda sömürgecilik değimi kullanılmaz olmuştur. Sebebi ise dünyadaki sömürge alanlarının pek az olmasıdır. Bu gün sömürgecilik yerine emperyalizm kavramı kullanılmaktadır.
Emperyalizm: Bir devletin diğer bir devlet üzerinde ister maddi ister manevi bir kontrol nüfuz kurması veya bir üstünlük sağlaması demektir. Tarihte sömürge kur-mak büyük toprak kazanmak büyük devlet olmak için gerekli sayılmaktaydı. Sömürgecilik bazen dini sebep-lere dayanarak bazen de askeri ve stratejik sebeplerle olmuştur. Sömürgecilikte asıl sebepler ekonomik ve si-yasi sebeplerdir. 19,yy.'da doğan günümüze kadar de-vam eden sömürgecilik tamamen ekonomik faktörlere dayanmaktadır.
Avrupa'yı 1890'lardan itibaren sömürgeciliğe iten faktör tamamen ekonomiktir. 1870'leren sonra endüstrinin gelişmesi başlıca ekonomik faktör olarak görülmektedir. Endüstrinin gelişmesi ortaya bir takım önemli prob-lemler çıkarmıştır; endüstri geliştikçe üretim artmıştır, üretim arttıkça endüstri ülkelerinin kendi nüfusları bu üretimi tüketemez olmuştur. Bu üretim fazlasını dağıta-cak alanlar aramaya başladılar. Öte yandan endüstri-nin ham madde problemi ortaya çıkmıştır. Avrupa'nın sınırlı hammadde kaynağı karşısında yeni hammadde kaynağı bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ekonomik gelişme ile birlikte Avrupa ülkeleri sömürgeleri ile yap-tıkları ithalat ve ihracatlarında endüstri mamulleri yiyecek-içecek ve kömür çok yüksek oranlardaydı. Petrol üretimi de yeni mücadelelere yol açmıştır. 19.yy da ve 20.yy.'ın başlarının en önemli vasıtalarından biri demir yoludur. Demir yolları Asya, Afrika ve Uzak Doğu'ya ulaşımda kullanılmıştır.
ORTA DOĞU
İngiltere Arap halkını Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklan-dırmak için özellikle Mekke şerifi Hüseyin ile bir takım antlaşmalara girişmiştir. İngiltere Şerif Hüseyin'e bir Arap imparatorluğu veya bir Arap Devletleri Federas-yonu kurmayı vaat etmek suretiyle Arapların bağımsız-lık duygularını kışkırtmıştı. Fakat bir yandan bunu ya-parken öte yandan da 1916 yılında Rusya ve Fransa ile yaptığı antlaşmalarla Orta Doğu bölgesini yani Arap ül-kelerini kendisiyle Fransa arasında paylaşılmasını ka-bul ettirmişti. Fakat Bolşeviklerin Çarlığın gizli antlaş-malarını açıklaması Orta Doğu'daki İngiliz Fransız ta-sarıları bakımından soğuk bir duş oldu. Bunun sonu-cunda başkan Wilson da bu gizli antlaşmaları tanıma-yacağını belirtince olayların bu baskısı karşısında ingil-tere ile Fransa 7 Kasım 1918'de Orta Doğu hakkında bir bildirge yayınladılar. Orta Doğu memleketlerinde kendi halkları kendi serbest seçimlerine dayanan milli hükümet ve idareler kuracaklarını bildirdiler. Araplar üzerinde İngiltere ve Fransa'nın bağımsızlıklarını istediği gibi bir izlenim uyandırdı. Halbuki bu iki sömürgeci devlet Arap halklarını ikinci defa aldatmıştı. Hicaz kralı Hüseyin oğlu Faysal'ı büyük ümitlerle Paris Barış Konferansı'na göndermiştir. Faysal konferansta Arap ba-ğımsızlığını hararetle savunmuş olmasına rağmen in-giltere ve Fransa Hüseyin'in Suriye üzerindeki monar-şisini tanımakla beraber Arap memleketlerinde manda rejiminin kurulmasına karar verdiler. 1920 Nisan'ında toplanan San Remo Konferansı'nda da ingiltere ve Fransa, Amerika'nın bu konferansa katılmamasından da yararlanarak, Orta Doğu'daki manda rejimlerini ara-larında paylaştılar. Suriye ve Lübnan'da Fransız, Irak, Ürdün ve Filistin'de de ingiliz mandalarına verildi. Arap halkları için bağımsızlık şimdi aşılması gereken çok uzun bir yol olmuştu. Arapların İngiltere ve Fransa tara-fından aldatılmaları iki savaş arasında Orta Doğu'nun devamlı bir kaynaşma içinde kalmasına neden olmuştu. Batı'nın emperyalizmi Orta Doğu'da kendini göstermişti.
SAN REMO KONFERANSI
I. Dünya Savaşı'ndan sonra 18-26 Nisan 1920'de Os-manlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak olan Sevr Barış Antlaşması'nın şartlarını hazırlamak için italya'nın San Remo şehrinde toplanan milletler arası konferans idi. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yuna-nistan ve Belçika temsilcilerinin katıldığı konferansta Os-manlı'yı tasfiye ve petrol meselelerini çözümlemek amacıyla toplanmışlardır. San Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'nin Asya ve Kuzey Afrika'da bulunan Arap toprakları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi ba-ğımsız bir Ermenistan'la özerk bir Kürdistan'ın kurulması kararlaştırıldı. Osmanlı'nın eski Suriye topraklarında Suriye (Şam merkezli) ve Lübnan Fransa'ya Filistin ise ingiltere'ye bırakılacaktır. Irak ise ingiltere'nin mandası-na girecekti. San Remo Konferansı'ndan sonra 10 Ağustos 1920'de Osmanlı hükümetine imzalatılan Sevr Antlaşması'nın da özünü oluşturmuştur.
RUSLARIN ORTA ASYA İSTİLASI
  • Altın Orda Devleti'nin yıkılmasıyla Kazan, Kırım, Ejderhan, Kasım ve Sibir gibi hanlıklar kurulmuşlar, iç mücadelelere başlamışlardır.
  • Ruslar birliğini sağlayıp batı'nın askerî tekniğinden faydalanarak, XVI. yüzyılda Kazan Hanlığı'nı, ele geçirdi. XIX. Yüzyıla gelindiğinde Kuzey Kafkasya ve Türkistan bölgesindeki (Doğu Türkistan hariç) Türk ülkelerinin hepsini işgal altına aldı. Bağımsızlık hareketleri sert bir şekilde engellendi.
  • Çarlık yönetiminin baskıcı idaresi Rus olmayan diğer milletlerin çıkardığu 1905 İhtilaline sebebiyet vermiştir. İhtilalden sonra Türkler millî kültürlerini geliştirme imkânı buldular.
  • Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı'nın çalışmalarıyla 15 Ağustos 1905'te "Rusya Müslümanları I. Kongresi" gayrı resmî olarak toplandı. 1906’da 2. ve 3. Toplantılar yapıldı. Bu çalışmalar sonucunda Müslüman Birliği Partisi kurularak Duma'ya temsilciler gönderildi.
  • Rusların baskılarını artırması üzerine Türkler, "Rusya Müslüman Türk Kavimlerinin Haklarını Koruma Cemiyeti"ni kurarak uluslar arası alanda haklılıklarını duyurmaya çalıştılar. Rus Çarlığı'ndan siyasi ve kültürel haklar talep ettiler. Bu istekleri kabul edilmeyince 1916'da Millî İstiklal Ayaklanması'nı başlattılar.
  • Çarlık yönetiminden sonra kurulan geçici hükümet, tüm halkların kanun önünde eşit olduğunu ilan etti. Türkler, politik ve kültürel alandaki çalışmalarını hızlandırdı. 1-11 Mayıs 1917 tarihleri arasında "Bütün Rusya Müslümanlarının I. Kurultayı" toplandı.
  • Bir süre sonra başlayan Sovyet istilasına karşı Türk toplumları ayrı ayrı mücadele vermek zorunda kaldı. Bu durum başarısızlığa sebebiyet verecektir

MELİKŞAH'IN HÜKÜMDARLIĞI
Melikşah 1072'de sultan olduktan sonra babası zamanında vezirlik makamına getirilen Nizamülmülk'ü görevinde bıraktı. Melikşah'ın hükümdar olduğu dönem Büyük Selçuklu Devleti'nin en parlak dönemidir.. Tahta geçtiği ilk yıllarda kardeşi yönetimi ele geçirmek için isyan etti. Onu yenerek ülkesinde düzeni sağladı. Bu arada devletteki iç isyandan faydalanan Gazneli ve Karahanlı devletleri birleşerek saldırdılar. Melikşah bu iki devleti de yendi. Karahanlı Devleti bu mağlubiyetten sonra ikiye ayrıldı. Doğu Karahanlılar'ı Karahitaylar, Batı Karahanlılar'ı ise Harzemsahlar yıktı.
Melikşah tahta çıktıktan sonra Gazneliler ve Karahanlılar Selçuklu topraklarına saldırdılar. 1073'de Gazneliler Sultanı İbrahim Alparslan'ın ölümünü fırsat bilip Hindikuş Dağları kuzeyinde bulunan Horasan bölgelerini ele geçirdi. Fakat Melikşah bir karşı hücumla bu arazileri geri aldı. Bundan sonraki 20 yıl döneminde, birbirinden 20 yıl yaş farkı olan Gazneliler Sultanı İbrahim Han ile Melikşah arasındaki ilişkiler iyi olarak devam etti, sınırlar değişmedi ve bu iyi ilişkiler iki haneden mensuplari arasında yapılan evlenmeler ile pekiştirildi.). Buna karşılık diğer komşu ülkelerine karşı Melikşah daha mütecaviz bir politika uyguladmaya basladi. Selçuklu Devleti'ne yeni araziler katmak hedefiyle arazi fethi için çarpışmalar ve savaşlar yapmıştır. Melikşah Maveraunnehir bölgesine kendinin de şahsen katıldığı iki büyük askeri sefer yapmıştır. 1073/74'deki seferde Batı Karahanlılar'a saldırarak onların Ceyhun Nehri sağ kıyılarında bulunan arazilere çekilmelerini sağlamış ve stratejik bir şehir olan Termez şehrini zaptemiştir. 1089'daki seferde ise yörel ulemanın da desteği ile önemli Samerkent sdrini eline geçirmiş ve orada idareci olan ve eşi olan Türkan Hatun'un yeğeni olan Ahmet Han bin Kezr'i tutuklatmıştır. Bu fetihten sonra sefer Yedişu bölgesine (günümüzde Kazakistan'da bulunan "Jetişu" veya Rusça "Semirechye" bölgesine) yönelmiş ve Kaşgar merkezli olan Doğu Karahanlılar devletinin hükümdarı Ebu Ali el-Hasan Melikşah'in tabiliğini girmeyi kabul etmiştir..
1086-87'de Doğu Arabistan'da Lehsa'da yerleşmiş bulunan Karmatiler üzerine bir ordu göndermiştir. Kafkasya bölgesinde Melikşah'ın Gürcistan'a üç sefer yapmıştır. Bu seferlerden 1078-79 ve 1086'da yapılanlara Melikşah şahsen iştirak etmiştir. Bu seferler sonunda Gence'de idarede bulunan Emir İİİ. Fazıl, Gürcüler Kralı ve bölgedeki diğer mahalli hükümdarlar Büyük Selçuklu Devletinin hakimiyetini kabul ettiler. Güney-Doğu Anadolu'ya Diyarbakır'a yeni yerleşmiş olan Mervani Kürtleri buradan uzaklaştırmak için 1087'de veziri İbni Cahir'in hazırladığı planı uygulamaya başlamıştır. Sonra dikkatinin bu yörenin güneyine Musul ve Halep arasında bulunan ve "Ukeyl aşireti" Araplarınin yerleşmiş olduğu bölgeye çekmiştir. 1086-87'de kışın yapilan bir sefere şahsen iştirak edip Urfa, Halep, Antakya ve Lazkiye'nin Selçuklular eline geçmesini sağlamış ve Büyük Selçuklu Devleti Doğu Akdeniz kıyılarına erişmiştir.Melikşah zamanında Selçuklu komutanları Filistin ve Yemen'de de fetihler yapmistır.
Melikşah'ın bu çok geniş alanlarda askeri seferler ve fetihler yapabilmesine başlıca etken babası zamandında geliştirilip yetiştirillen ordusudur. Bu Selçuklu ordusu bir profesyonel ordu idi ve "gulam" adı verilen kölemenler ve paralı askerlerden oluşmaktaydı. Melikşah'ın devamlı olarak asgari 46 bin süvari askeri emri altında olduğu belirtilmiştir. Bu askerlerie komuta eden yetenekli emirleri de bulunmaktaydı. Melikşah'ın emirleri arasında Emir Savtekin (ö.1084), Emir Bozan (ö.1094), Emir Porsuk (ö.1099), Emir Aksungur (ö.1094), Emir Goharayın (ö.1100) ve Kumak sayılabilir. Melikşah ülkesinin batısında yürüttüğü fetih politikasi Türkmen emirlere dayanmaktaydı. Örneğin Emir Artukü önce Filistin'e Atsız'a karşı sefere gönderdi; sonra Doğu Arabistan'da bulunan Karamatilere karşı seferde komutan yaptı. Yine Türkmen asıllı olan Emir Ahmed'i Gürcüstan'a ilk seferde komutan yapmıştı ve sonra yine Türkmen asıllı Emir Yakup ve Emir İsaböri'yi Gürcistan seferlerine komutan olarak tayin etmiştir. Yemen'e gonderdiği ordunun komutanı'da Türkmen Emir Çabak idi. Bu Türkmen komutanların yol açtığı fetihler çok kere göçebe Türkmenler yeni yerleşecek araziler sağlamaıştır. Örneğin Harran ve Diyarbakır ovalarına Türkmenler yerleşmiştir. Fakat Melikşah 'ın Sultanlığı'nın başında Türkmenlerklle arası iyi olmadığı iddia edilir. Buna örnek olarak 17 Nisan 1073'de amcası Kavurt Bey ile yaptığı "Karaç Muharebesi"'nde Türkemen emirlerinim muharebe içinde Melikşah ordusunu terk ettikleri gösterilir ve bu savaştan sonra da Melikşah'ın ülkesinin merkezinde bulunan İran'daki Cebal bölgesinde bulunan Türkmenleri zorla göç ettirip bu bölgeyi Türkmenlerden temizlediği de bu iddiaya ilave edilir.

SASANİ ORDUSU
Sasaniler zamanında Fars ordusunun (Spah) omurgasını iki farklı ağır süvari birliği oluşturuyordu. Bunlar, Clibanarii ve Catafraktlardır. Bu süvari gücü çocukluktan itibaren eğitilen asillerden oluşturulurdu. Bunlar hafif süvariler, piyadeler ve okçularla desteklenirdi. Sasani taktiklerinin merkezinde, düşmanı okçular, savaş filleri ve diğer birliklerle bozup bölmek, böylece süvarilerilerin yararlanabileceği boşluklar açmak bulunurdu.
Kendilerinden önce gelen Partların tersine Sasaniler gelişmiş muhasara kuleleri geliştirdiler. Bu özellikleri, imparatorluğun Roma'yla giriştiği, başarının şehirleri ele geçirme kabiliyetine bağlı olduğu mücadelelerde önemli derecede yardımcı oldu. Bunun yanında, Sasaniler kendi şehirlerini de saldırılara karşı korumak için birkaç teknik geliştirdiler. Sasani ordusu, bazısı sadece mızrak taşımasına rağmen, kendilerinden önce gelen Part ordusu gibi ağır süvarileri ile meşhurdu. Yunan tarihçi Ammianus Marcellinus'un II. Şapur'un clibanarii süvarileri hakkındaki tarifi ne kadar ağır şekilde teçhizatlandırıldıklarını ve sadece bir kısmının mızrak taşıdığını göstermektedir.
Bütün birlikler demire bürünmüşlerdi. Vücutlarının bütün bölümleri kalın tabakalarla kaplıydı. Öyle teçhiz edilmişlerdi ki bükülmez eklem yerleri uzuvlarına denk geliyordu. İnsan yüzü formları öyle maharetle başlarına uydurulmuştu ki, bütün vücutları metalle kapanmış olduğu için üzerlerine gelen oklar sadece, dışarıyı azıcık görecek şekilde gözbebeklerinin tam karşısına denk gelen ya da burunlarının ucunda azıcık hava alabilecekleri kadar bırakılan küçücük bir açıklıktan girebilirlerdi. Bunlardan mızraklı olan bir kısmı öyle hareketsiz duruyorlardı ki, bronz mengene ve kelepçelerle tutturulmuş olduklarını zannederdiniz.
Bizans imparatoru Maurikios Strategikon 'unda Sasani ağır süvarilerinin mızrak taşımadıklarının ve birincil silahları olarak yaylarına güvendiklerinin altını da çizer.
Azadan (Asavaran ya da Azatan) asillerinden oluşan şövalye kastına bağlı bir askerin maliyeti küçük bir konak ya da malikaneydi. Bu meblayı kraldan alan asiller bunun karşılığında imparatorluğun savaş zamanı en dikkate değer savunucularıydı.

ŞEHNAME'NİN ETKİLERİ
Şehnâme’nin Firdevsî tarafından 10. yüzyıl’ın sonunda kaleme alınmasından sonra, Doğu edebiyatlarında Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Pek çok şair, Şehnâme kahramanları etrafında oluşturdukları müstakil eserlerle bu geleneğin yerleşmesini ve devamını sağlamıştır. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça tercümelere dayalı hikâyeler anlatan meddahtipindeki hikâyecilere Firdevsî’nin Şehnâme’sinden hareketle “Şehnâme-hân (Şehnâme anlatıcısı)” denildiği de görülmektedir. Evliya Çelebi de, Şehname'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır.
Osmanlı sahasına baktığımızda, Osmanlı şairlerinin de bu gelenekten oldukça etkilendikleri görülür. Özellikle Divan edebiyatının kuruluş ve gelişme yıllarında bu etki oldukça üst düzeydedir. Şiirde övülen kişiler Şehnâme kahramanlarıyla karşılaştırılmış; bu beyitlerin anlamsal kurguları, yine onlara telmihlerde bulunularak oluşturulmuştur.
Şehnâme’nin Divan edebiyatı üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmamıştır. Bazı şairler, Şehnâme’yi manzum veya mensur olarak dönemin Türkçesine aktarmışlardır. Doğu kültürüne ait kimi mitolojik ögeler, imgesel değerleriyle, her devir Türk şiirine kaynak teşkil etmiştir. Özellikle Şehnâme’den etkilenme ve Şehnâmenin kahramanlarından esinlenme, Klasik edebiyatımız içerisinde daha yoğun olarak hissedilmekle birlikte; Halk edebiyatımızın çeşitli anlatım türlerinde (destan, masal, efsane vb.), Halk şiirimizin içeriğinde ve çağdaş Türk şiirinde de sıkça karşılaşılan bir olgudur.
Şehnâme, tarihte yaşandığı kabul edilen İran-Turan savaşlarına ve ilişkilerine ışık tutması bakımından da önemli bir kaynaktır. Firdevsî’nin zaman zaman övdüğü, zaman zaman da kendi milletini yüceltme adına küçümsediği Efrasiyâb’ın İskit destan kahramanı olduğu pek çok kaynakta belirtilmektedir.İskitler çoğu araştırmacıya göre irani bir kavim ve Medler arasında absorbe olup kayboldular.
14. yüzyılın sonununda, her nasılsa, Firdevsî epiği, yerini çoğu kez daha kısa benzetme epiklere bırakmıştır. Çoğunlukla “ikinci“ veya “son“ olarak tanımlanan epikler ki bunlar Garšāsp-nāmaBorzu-nāmaBahman-nāma ve Sām-nāma gibi epikler dahil edilir.
II.ABDÜLHAMİD'İN TOPRAKLARI ELDE TUTMA DÖNEMİ
Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamid yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul'da Ermeni örgütlerinin Kumkapı'da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi. 1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle Hamidiye katliamları olarak adlandırıldı ve liberal Avrupa basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu.1897 yılında, Girit'in Yunanistan'a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine "barut kokusu" artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine vükela meclisi Mâbeyne çağrıldı. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Herkes Yunanlılara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu söyleyenler, ülkenin durumunun iyi olmadığını izah ederek: -Harbe girmek hata olur, diye rey veriyorlardı. Bu fikrin baş müdafii İzzet Paşa idi. Zaman zaman dışarı çıkarak padişahın yanına gidiyor, müzakereler hakkında bilgi veriyordu. Fakat Rıza Paşa ve birkaç devlet adamı, eğer Yunanistan'a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamid ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Savaş taraftarı olan padişah hemen hazırlıkların yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya'ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya'daki Osmanlı tümeni, Yunan birlikleri önünden ric'at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine İstanbul'daki I. Ordu, Umum Kumandanı Ethem Paşa kumadasında Yunanistan üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Yenişehir'i (Tesalya) ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir mağlubiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile, Avrupalıların, geçilemez de dikleri bu geçitleri aşan ordu, güneye çekilen Yunan ordusu ise, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanlıların son müdafaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perişan edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muharebede Abdülezel Paşa şehid düştü. Ordu hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina'ya girdi.
15-17 Mayıs tarihinde Dömeke'de yapılan muharebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdahalesi ile mütareke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bazı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti'ne 4 milyon lira savaş tazminatı ödemeyi kabul etse de bu tazminat tahsil edilemedi. Oysa buna karşılık Girit'e özerklik verilmişti.
İttihatçılar tarafından Abdülhamid dönemine "Devr-i İstibdâd" (İstibdat Dönemi) adı verilir.