Translate

10 Şubat 2014 Pazartesi

 BÜYÜK ATATÜRK'ÜN DİN HAKKINDA DÜŞÜNCELERİ
Atatürk yaşantısında sahip olduğu geniş bilgi birikimiyle her zaman gerçek dinle, batıl inanç, hurafe vb. ayırmış, yeri geldikçe de bu konularla ilgili toplumu aydınlatmak gereğini kendisinde hissetmiştir.
Türk toplumunu sahte dindarlığa ve din bezirgânlığına karşı korumak ve Türk halkını uyanık tutmak için çoğu konuşmalarında bu konuya önem vermiş ve her fırsatta görüşlerini dile getirmek durumunda kalmıştır.
Atatürk 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir Paşa Camii’nde yaptığı konuşmada din konusu ile ilgili şu şekilde açıklamalarda bulunmuştur.
“ Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki Yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir.(tarihin.com) En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz, akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ev uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Allah’tır.”
Atatürk’ün din ve dindarlık anlayışı, İslamiyet’in özündeki gerçeklere dayanan bir anlayıştır. Dini, kendi kişisel çıkarları için kullanmak isteyenlere karşıdır. Atatürk bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır.
“İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılageldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inançlarımızı ve vicdan işlerimizi, karışık ve değişik olup her türlü çıkarlarla hırsların kıpırdanışlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, ulusun bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da mutluluğun gerektirdiği bir sorumluluktur; ancak böylelikle İslam dininin yüceliği belirmiş olur.”
Atatürk İslamiyet'in her zaman en mükemmel, en doğru ve en gerçekçi din olduğuna inanmış ve dini gereklilikleri elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışmıştır. Atatürk dini alet ederek çıkar sağlamak isteyen, cahil insanları kolayca kandırabilen, dini sömürge aracı olarak kullanan kişilerin bu faaliyetlerini yapmasına hayatı boyunca engel olmaya çalışmış. İnsanların eğitilerek din sömürgecilerinden kurtulması konusunda fikirlerini her zaman beyan etmiştir.
ŞURA-YI DEVLET
 Osmanlı Devleti'nde günümüzdeki Danıştay'a karşılık gelen yüksek yargı kurumudur. 1868-1922 yılları arasında görev yapmıştır.
Şura-yı Devlet'in temelleri II. Mahmut tarafından 1837 yılında kurulmuş olan Meclis-i Vâlây-ı Ahkâmı Adliye adındaki yüksek mahkemeye dayanır. Bu mahkeme günümüzdeki Danıştay ile Yargıtay’ın temelleri olan bir kurumdur. Daha sonra 1839 yılında Gülhane Hattı Hümayunu ile Osmanlı halkının din ve mezhep farkı gözetilmeksizin can, mal, ırz ve namus gibi tabi haklarının kanun teminatı altına alınacağı devletçe vaat edilmiş, böylece yeni bir hukuk devletinin temel prensipleri ortaya konmuş, idarenin (devletin) de hukuk kurallarına uyması gerekliliği Osmanlı’da kabul edilir bir fikir haline gelmiştir.
1868 yılında padişah Abdülaziz döneminde Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye ikiye ayrılarak Danıştay işlevini yapmak üzere Şura-yı Devlet, Yargıtay işlevini yapmak üzere ise Divan-ı Ahkâmı Adliye adıyla iki kuruma ayrılmış, böylelikle, yargı ve yasama birbirinden ayrılmıştır. Bu iki yargı organından Şura'yı Devlet'e hem kanun tasarılarını hazırlama hem de idarî uyuşmazlıklara çözüm getirme şeklinde hem "kanun tasarı hazırlama" hem "yargı" görevi olarak iki görev verilmiştir. Divan­-ı Ahkâm­-ı Adliye'ye ise yalnızca "yargı" görevi verilmiştir.
Padişah Abdülaziz'in 10 Mayıs 1868 günlü nutkuyla fiilen çalışmaya başlayan Şura-yı Devlet'in görevi "Kavanin ve nizamat layihalarını tetkik ve tanzim, mesalihi mülkiyeyi tetkik, hükümet ile eşhas beyninde mütehaddis deaviyi rü'yet ve memurini devletin tahkik ahvaliyle, muhakemelerini icra" olarak ifade edilmiştir. "Hükümet ile eşhas beyninde mütehaddis davaları" görmek ve çözümlemek görevi, 1876 Kanuni Esasisi ile genel mahkemelere bırakıldığından, Şura-yı Devlet'in yargısal görevi çok sınırlı kalmıştır.
Osmanlı döneminde 54 yıl görev yapan Şura-yı Devlet, 4 Kasım 1922 tarihinde İstanbul’daki bütün merkez kuruluşlarının TBMM Hükümetinin yönetimine geçmesiyle sona erdi. 669 sayılı Kanunla Şura-yı Devlet'in yerine Danıştay kurulup, 6 Temmuz 1927 tarihinde çalışmaya başladı.
 ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ
Türk Yunan yakınlaşması için 1930 yılında Yunan başbakanı Elefterios Venizelos'u Türkiye'ye davet ederek Milli Mücadele'nin düşmanı Yunanistan'la barışın temellerini attı. Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi 1923 yılında Lozan Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye'deki Rumların Yunanistan'a, Yunanistan'daki Türklerin Türkiye'ye zorunlu göçüne karar verilmiştir. Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. 1934'de Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi. Ancak Nobel Ödül Komitesi değerlendirmeye almadı.
 PADİŞAH II.ABDÜLHAMİD'İN KİTAP KOLEKSİYONU
Abdülhamid matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.
Abdülhamid dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı, bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti.
Abdülhamid Yıldız Sarayı'nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane 4 bölümden oluşmaktaydı:
  1. Yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler: Bunların içerisinde elyazması pek çok kitap vardır. Bunlar özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmiş kitaplardır. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı. Tek nüshadırlar.
  2. Gazeteler: Kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.
  3. Roman ve hikâyeler: 6.000 kadar kitap özel olarak saray için çevrilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri içeren kısmı vardı ama bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi.
  4. Coğrafya ve seyahatnameler: Yıldız Sarayına kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in dünyayı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.

6 Şubat 2014 Perşembe

ATATÜRK’ÜN HAZIRLATTIĞI TARİH KİTAPLARINI KİM DEĞİŞTİRDİ?
Atatürk’ün “Osmanlı eleştirileri” cumhuriyetin okul kitaplarına da girmişti. Liseler için hazırlanan tarih kitaplarında Osmanlı’nın eksik yönleri, yanlış politikaları hiç çekinilmeden eleştirilmişti. Bugün yapıldığı gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki ders kitaplarında “romantik” bir Osmanlı tarih anlatımı yoktu. Türk-İslam tarihinin en uzun süre ayakta kalmış devletinin eksikleri, yanlışları eleştirilerek Türk gençlerinin tarihlerinden ders almaları ve geçmişin hatalarını tekrarlamamaları amaçlanmıştı. Yani genç cumhuriyet Osmanlı tarihini, bir rahatlama aracı, eski başarılarla avunma yöntemi olarak değil, bir sosyal laboratuvar olarak kullanmıştı. Genç cumhuriyetin Osmanlı tarihine yönelik bu yaklaşımı son derece doğrudur. Çünkü bilindiği gibi “tarih bilimi”, insanların kendi kendilerini avutmaları, geçmiş başarılarla övünmeleri amacıyla icat edilmiş bir oyun aracı, bir hamasi düşler makinesi  değildir; “tarih”, toplumların geçmiş hatalarını bilerek o hataları tekrarlamalarını engellemek amacıyla geliştirilmiş, belge ve bilgiye dayalı bir sosyal bilimdir.
   Ancak bugünün Türkiye'dekinde üstelik kendilerini “liberal” olarak tanımlayan kimileri, buz gibi, “Osmanlı seviciliği” yapmakta ve Atatürk’ün 20. yüz yılın başlarında Osmanlı’nın en gözde padişahlarının “fetih siyasetlerini” eleştirmesini yadırga maktadırlar. Örneğin Taha Akyol, bir köşe yazısında Atatürk'ü, Fatih’i eleştirdiği için eleştirmiş ve haksız bulmuştur.[18] Oysa ki Peçevi, İbrahim Efendi, Katip Çelebi ve Naima gibi tarihçiler de Viyana’ya kadar dayanan Osmanlı fetih siyasetini, üstelik yüzlerce yıl önce, eleştirmişlerdi.[19]
   Atatürk döneminde okul kitaplarında Osmanlı tarihi, “savaş” ve “anlaşma” tarihi olarak değil, “bilim”, “kültür”, “sanat” tarihi olarak anlatılmıştır. Atatürk, genç cumhuriyetin “kul” olmaktan “birey” olmaya terfi etmiş “çağdaş yurttaşlarını” savaş ve fetihle değil, savaş ve fetih başarılarının da ardında yatan “bilim”, “kültür” ve “sanat” alanındaki başarılarla motive etmeye çalışmıştır.[20]
   Ancak Atatürk’ün bu “tarih bilinci” birilerini rahatsız etmiş, ve Atatürk öldükten sonra Türkiye’de genel olarak tarih eğitimi, özel olarak da “Osmanlı tarihi anlatımı” değiştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri yele imzalanan 1949 Eğitim Komisyonları Anlaşması gereğince, ABD’li uzmanların isteğiyle Osmanlı tarihi, yeniden “savaş”, “fetih” ve “anlaşma” tarihine indirgenmiş, Osmanlı “sanatı” “kültürü” (en azından mimarisi) nerdeyse tamamen kitaplardan çıkarılmıştır. Amerika'nın, Osmanlı tarih yazımında böyle bir değişiklik yapmasının nedeni 1950 ve sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde siyasi rakibi Komünist Rusya'nın burnunun dibindeki Türkiye’den daha rahat yararlanmak istemesidir. Şöyle ki: ABD, “Osmanlı atalarının savaşçılığıyla motive olan Türk gençlerinin”, asker olarak kendisine daha yararlı olacağını düşünmüştür. Bu nedenle Türk tarih Osmanlı tarihine, Osmanlı tarihi de “savaş” ve “fetih” tarihine indirgenmiştir.
    İşte bu süreçte, sadece tarih kitapları değiştirilmemiş, Atatürk’ün “ulus” ve “milliyetçilik” anlayışları da değiştirilmiştir. Atatürk’ün, “En aşağı 7 bin yıllık” Anadolu tarihinden beslenen, Hatti, Hitit, Sümer, Truva, Bizans, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerinin mirasçısı olan “Türk milleti” tanımı, 1071’de Orta Asya’dan Anadolu’ya giren “göçebe kitlelerin”, zaman içinde Anadolu’da kurdukları Osmanlı Devleti’ne indirgenmiş, Osmanlı Devleti de sadece “savaşa” ve “fetihe” mahkum edilmiştir. Bu tarihi okuyan Türk gençleri de “Osmanlı’nın askeri zaferleriyle” övünmeyi, “Milliyetçilik” zannetmeye başlamışlardır.
TARİHTEN BİR OLAY
Bir rivayete göre kanuni sultan Süleyman hamama girmek için soyunur.Kolundaki elmaslı pazubendi gömleyinin üzerine koyar.Kendisi içeride yıkanırken dışarıda elbisesinin toplayan hademelerden biri
kaza ile gömleyin üzerindeki pazubendi yere düşürür .Pazubenddeki elmas parçalanır.Hizmetkar,hayatından ümitsiz darüssaade harem ağasına koşar .Odada ikiside ne yapacaklarını şaşırırlar.Ümitsizce çırpınırken sultan Süleyman han dışarı çıkar.Yüzlerindeki teessürü görür.Nedenini anlayamaz,yalnız şu suali sorar;
-Niçin üzgünsünüz? Yoksa taşrada düşman bir kale mi aldı yahut kötü bir haber mi geldi ? 

11 Ekim 2013 Cuma

DİL DEVRİMİ
Dil yenileşmesi görüşleri Kurtuluş Savaşı döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında geri plana çekildi. Atatürk'ün 1931'den önce bu konuda net bir tavrı görülmez. 1932 yılında ise Türk Dil Kurumu'nun açılması ile dil devrimi hız kazanır. Türk Dil Kurumu'nun açılışından sonra 1932 yılında meclis açılış konuşmasında "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, ilgili olmasını isteriz." sözleri ile Dil Devrimi'ne dikkat çekmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün en başta gelen ilgi alanlarından biri tarih diğeri ise dildi. Türk dilindeki sorunu pek çok aydın gibi o da görüyordu. 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurdu. Bu cemiyetin görevlerinde biri de dildeki sözcükleri araştırmak ve yabancı sözcüklerin yerine Türkçelerini bulmaktı. Her ilde valilerin başkanlığında sözcük tarama faaliyetleri başlatıldı. Bir sene içinde 35,000 yeni sözcük haznesi kaynağı oluştu. Bilim adamları da bu sırada 150 eski eseri araştırmış ve o güne değin Türkçede hiç kullanılmayan sözcükleri toplamıştı. 1934 yılında tespit edilen 90,000 sözcük Tarama sözlüğünde toplanarak yayınlandı. Arapça kökenli kalem sözcüğü yerine yerel şivelerde kullanılan farklı öneriler gelmişti (yağuş, yazgaç, çizgiç, kavrı, kamış, yuvuş,...). Akıl kelimesi için 26, Hediye sözcüğü için ise 77 farklı öneri gelmişti. Sonunda hediye sözcüğü yerine Türkçe kökenli Armağan sözcüğü seçildi.
1929 yılında başlatılan "Dil Encümeni" çalışmaları 1932 yılında Atatürk'ün kurduğu "Türk Dilini Tetkik Cemiyeti"nin kurulması ile sonuçlandı. Bu cemiyetin iki temel amacı olacaktı. Birincisi Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılarak özüne dönmesini sağlayarak konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak ve sadece eğitimli kesimin değil vatandaşların tamamının kendi konuştuğu dil ile yazabilmesini ve okuyabilmesini temin etmek. Bunun için Arapça ve Farsçsa'dan zamanla dilimize yerleşmiş Türkçeye yabancı dil bilgisi kuralları ve yapıların kullanımdan kaldırılarak yerine doğru Türkçelerinin konmasını sağlanacaktı. Halk şivelerinden taramalar yapılarak terim haznesi meydana getirilecekti. İkinci amacı ise olan ölü dillerin mukayeselerinin yapılıp ortaya çıkarılmasıydı.

Türkçenin sözcük varlığındaki sadeleştirmeler zamanla Türkçeleşmiş ve edebi eserlerde kullanılan yabancı kökenli sözcüklerin tasfiye edilerek yerlerine bazen Türkçe dil kurallarına bile uymayan zorlama kelimelerle değiştirilmeye çalışılması dilin kültürel ve tarihsel kaynaklardan kopması tehlikesini doğurdu.