Translate

8 Mart 2014 Cumartesi

KÜRTLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU ?
Hürmüzgân ruman, atiran kujan
Hoşan sureve gevre gevregan
Zorkeri arep kırdine Xabur
Gehane pale pese sari Zor...
Jin u kenikan ve dil beşinan
Merdi azad tilen erui hevinan
Kevişte Zerdeşt maye bey dest
Bizika na kit Hürmüz ve hiç kes.

Hürmüz gahlar virane oldu, ateşler söndü
Büyük büyükler saklandılar
Sitemkâr Araplar her tarafı harap ettiler
Hatta şehri zora yetiştiler
Kadınları kızları esir götürdüler
Azad erkekleri kana boyadılar
Zerdeştin ayini sahipsiz kaldı
Hürmüz kimseye yardım etmedi.
Kimilerine göre Kürtler İslam’a Halife Ömer’in zamanında kılıç zoruyla girmişler. Kimilerine göre kandırılmışlar hatta Zana’ya göre yanlışlıkla müslüman olmuşlar.

Kimi İslamcılara göre ise İslam’ı duyan Kürtler akın akın müslüman olmuş.

Yukarıdaki şiir Kuzey Irak’ta bulunmuş ve günümüz Kürtçesine çevrilmiş. Şiirin Arapların saldırıları ve katliamlarına bir ağıt olarak yazıldığı ifade ediliyor. Şiirde Zerdüşt inancında olan insanların Arapların saldırısına uğradığı, erkeklerin katledildiği, kadınların kızların ise esir yapılıp götürüldüğü belirtiliyor. Bu şiirin Kürtlerin kılıç zoruyla müslümanlaştırıldığının kanıtı olduğunu söyleyen araştırmacılar saldırıların 639 – 644 yılları arasında Ömer’in halifeliği zamanında başladığını öne sürerek şöyle kurguluyorlar:

640′lı yıllarda Arap orduları Anadolu’ya iki koldan girmeye başlarlar.
Kürt bölgesi Bizans ve Sasanilerin arasında bölünmüş ve Kürt Halkı merkezi bir örgütlenmeye sahip olamadığından, işgaller karşısında güçlü direniş gösterememiştir. Bunun yanında Sasani ve Bizans devletlerinin baskıcı ve despotik egemenliklerine tepki duyan, ağır vergiler altında ezilen şehirlerde ve ovalardaki halkın bu tepkisinden yararlanan Araplar, bazı alanlarda işgali geliştirirken kimi bölgelerde direnişle karşılaşmadan uygun politikalarla, işbirlikçiliğini geliştirerek, Bizans ve Sasani karşıtlığı tepkiyi kullanarak halkı yanlarına almayı başarmışlardır.

İslamiyetin Kürt bölgesinde yayılışı, fiziki ve kültürel alandaki katliamla, ihanetin iç içe örülmesi biçiminde geliştirilmiştir. Zayiflayan Bizans ve Sasani egemenlikleri Kürtlerde belli bir uyanış ve canlanmaya neden olurken, İslamiyet ile birlikte bunun önüne geçilmiştir. Dinlerinden vazgeçmek istemeyen ve direnişe geçen Zerdüşt inancına sahip Kürtler kılıçtan geçirilirken, Zerdüşt dininin kitabı ve diğer kutsal metinlerle birlikte kültürel değerlerinde talan ve imhası yaşanmaktaydı.

Kürt bölgesini işgalle görevlendirilen Arap komutan, Halife Ömer’e bu bölge halklarının inançlarına ve kutsal kitaplarına rastladığını ve ne yapması gerektiği konusunda danışmak istediğini yazar. Ömer:
“Eğer bu belgeler Kuran ile uyumlu iseler bunlar gereksizdir. Çünkü Kuran vardır. Eğer bu belgeler Kuran’a aykırı iseler yanlıştır. Halkın yanlışı öğrenmesi gerekmez.”
Cumhuriyet ile kazanılmış çağdaş haklar ve özgürlüklerle birlikte, yaşamın her alanında başarıyla yer almış kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.

7 Mart 2014 Cuma

SİVAS'IN TİMUR TARAFINDAN ALINIŞI
Timur ile Bayezid arasındaki başlıca problemlerden biri Erzincan Emîri Taharten meselesidir. Taharten daha Timur’un Ön Asya’ya ilk seferinden itibâren onun hâkimiyetini tanımıştı. Bayezid 1399’da başta Malatya olmak üzere Kâhta, Divriği, Behisni, Dârende kalelerini topraklarına katmıştı. Bu şekilde Fırat’a kadar olan yerler Osmanlıların eline geçmişti. Anadolu siyâsî birliğinin sağlanması için sıra Fırat’ın doğusundaki Harput, Diyarbakır bölgeleri ile Erzincan ve Erzurum'a gelmişti. Yıldırım Bayezid, Erzincan Emîrine kendisine itaat etmesini bildirmişti. Erzincan Emîri Taharten, Bayezid’e vergi vermeyi kabul etmiş, ancak Kemah’ı Osmanlılara vermeyeceğini söylemişti. Bunun yalnızca bir oyalama siyaseti olduğu anlaşılmaktadır. Taharten eskiden beri hakimiyetini tanıdığı Timur’a Bayezid’in isteklerini bildirmiş ve şikayette bulunmuştu.
Timur, Taharten'i huzuruna kabûl ettikten 2 gün sonra Sivas şehrine geldi. Timur’un ordusunun rehberliğini Akkoyunlu beyi Kara Yölük ile Taharten yapıyordu. Sivas şehri yüksek surlarla çevriliydi. Güney tarafında kaynak sularla beslenen bir hendek vardı. Hisarın bu tarafında delik açmak mümkün değilken batı tarafı bu iş için uygun bulunmuş ve hisar kuşatmaya alınmıştır. Lağımlar kazılmış ve şehir halkı bunu geç fark etmiştir. Osmanlı tarihçisi İbn-i Kemal, Timur’un askerlerinin hiç durmadan adeta yiyip içmeden sabahtan akşama çalıştıklarını ifade etmektedir. Lağım kazma faaliyetleri sonuç vermiş ve şehirdekiler kalenin düşeceğini anlayınca kale muhafızı Mustafa kaleyi teslim etmek zorunda kalmıştı. Timur Sivas'ı kan dökmeyeceğine söz vererek teslim almasına rağmen 3-4 bin Ermeni'yi kazdırdığı büyük çukurlara gömmek suretiyle öldürtüp işte sözümü tuttum bir tanesinin bile kanını dökmedim demiştir. Timur Sivas'ta bakım evlerinde bulunan cüzzamlıları Türkistan'da bilinmeyen bir hastalık olduğundan askerleri arasında yayılmaması için imha etti. Sivas'ı savunan Bayezid'in oğlu birkaç gün canlı olarak muhafaza edildikten sonra öldürüldü.
Timur Sivas’ı aldıktan sonra fazla ilerlemedi ve Suriye istikametine yöneldi. Sivas’ı almasına rağmen Malatya henüz Osmanlıların elindeydi. Arkasında kendisine ait olmayan yerler bırakmak istemeyen Timur dönüp Malatya’yı almış ve daha sonra güneye inmiştir. Timur Sivas ve Malatya’yı almakla Yıldırım’a gözdağı verip kendisine boyun eğeceğini tahmîn etmiş olmalıdır. Nitekim Timur Sivas’ı aldıktan sonra Yıldırım Bayezid’e yazdığı mektûbda Sivas hâdisesinden ders alıp sulh yoluna girmesini, kendisinin İlhanlı neslinden geldiğini, küçüğün büyüğe itaatinin vâcib olduğunu yazmıştır. Ayrıca Haleb Nâibine gönderdiği mektûbda da Osmanoğlu denen bu çocuğun edebinin kıtlığını duyup kulağını çekmek istedik ve onun ülkelerinden Sivas ve diğer yerlerde onun vaziyyeti hakkında sizin de duyduğunuz şeyler yaptık demekteydi.
Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki çekişmede Sivas’ın Timur tarafından alınması önemli bir noktadır. Bu şekilde Timur ilk kez Osmanlı hâkimiyetindeki bir bölgeyi ele geçirmiş olmaktadır. Sivas’ın zabtı ile Yıldırım Bâyezîd durumun ciddîyetini anlamış olmalıdır. Bayezid, bu haber kendisine ulaştıktan sonra İstanbul kuşatmasına son verip Anadolu’ya geçti. Bayezid Timur’un Anadolu içlerine doğru ilerleyeceğini düşünmüş olmalı ki, Kayseri’ye gelerek beklemeye başladı.
CELALEDDİN FİRUZ ŞAH
(d. 1220 ? - ö. 19 Temmuz 1296, Kara), Delhi sultanı (1290-96).
Muizzilerin egemenliğine son vererek Delhi Sultanlığı'nı 1290'dan 1320'ye değin yöneten Halacı hanedanını kurdu.
Halac Türklerinden olan Celaleddin Firuz, Balaban'ın emirlerindendi. Balaban döneminde (1266-87) Moğollara karşı yapılan savaşlarda büyük yararlılıklar gösterdi, sercandarlık ve Samana naipliğine kadar yükseldi. Balaban'ın ölümünden sonra tahta geçen Muizeddin Keykubad tarafından en yüksek askeri mevki olan arızi-i memalikliğe getirildi. Celaleddin Firuz, sağlığı gittikçe bozulan Keykubad'ın yerine 1290'da küçük oğlu Şemseddin Keyumers'i tahta çıkardı. Kısa bir süre sonra da Keykubad Keyumers'i öldüren Halaci emirleri Celaleddin Firuz'u tahta çıkardılar (13 Haziran 1290).
Firuz Şah, bir süre başkent Delhi'ye gidemedi ve Kilughari'da kaldı. Yeniden düzenleterek surlarla çevirdiği kentin adını Şehr-i Nev olarak değiştirdi. Merkezi yönetimde değişiklikler yaparak önemli mevkilere Halaci emirlerini getirdi. Halkın yeni yönetimi benimsemesinden sonra da Delhi'ye giderek Balaban'ın yeğeni Kara valisi Çahcu Küşlü Han'ın ayaklanmasını bastırdı ve bazı Hintli prenslere karşı başarılı seferler yaptı. Ama asıl önemli askeri başarıyı Moğollara karşı kazandı. 1292'de bir istila hareketine girişen Moğollara ağır kayıplar verdirerek barış istemek zorunda bıraktı. Tutsakların çoğunu Delhi yöresine yerleştirdi. Büyük bir bölümü Müslümanlığı benimseyen bu tutsaklar daha sonra Yeni Müslümanlar olarak anıldı. Firuz Şah, Devagir seferinde elde ettiği ganimetleri sözde kendisine sunmak isteyen yeğeni Kara valisi Alaeddin Halaci'nin ihanetine uğrayarak öldürüldü.
Firuz Şah'ın ölümünden beş ay sonra Delhi'ye giren Alaeddin Halaci, Firuz Şah'ın iki oğlunu, damadını ve torununu da öldürerek tahtı ele geçirdi.
GÜCERAT SULTANLIĞI
Hindistan'ın batısındaki Gucerat'ta 15-16. yüzyıllar arasında hüküm süren Müslüman devlet.
1298'de Alaeddin Halaci'nin ele geçirdiği Gucerat bu tarihten sonra Delhi sultanlarının atadığı valilerin yönetimine girdi.1391'de III. Muhammed tarafından Gucerat valiliğine atanan Zafer Han, Tuğlukluların çöküşünden yararlanarak 1407'de Muzaffer Şah (I. Muzaffer) adıyla bağımsızlığını ilan etti. Torunu I. Ahmed (hükümdarlığı 1411-42) sultanlığın gücünü ve nüfuzunu artırarak Gucerat'taki Hindu racalarının yanı sıra Malva, Handeş ve Dekkan'ın Müslüman sultanlarıyla savaşlar yaptı. Başkenti, Anahilvara'dan 1411'de kurdurduğu Ahmedabad'a taşıdı. Devletin en uzun saltanat süren hükümdarı Mahmud Begra (hükümdarlığı 1458-1511), Hindulara karşı düzenlediği seferlerle Çampaner'i alarak burayı Muhammedabad adıyla başkent yaptı. Mahmud Begra'nın hükümdarlığının sonuna doğru, Batı ve Güney Hindistan'da Portekizliler yeni bir güç olarak ortaya çıktı. Portekizlilerin Hint ticaretini neredeyse tümüyle ele geçirmeleri, Mısırlı ve Guceratlı tüccarları güç durumda bıraktı. Mahmud Begra, Portekizlilere karşı 1508'de Memlûk sultanı Kansu Gavri ile ittifak kurduysa da, ardından Portekizlilerle barış yapmak zorunda kaldı.
1535'te Malva'yı ele geçiren Bahadır Şah'ın (hükümdarlığı 1526-37) Portekizlilerce öldürülmesinden sonra Gucerat Sultanlığı parçalanmaya başladı. Yönetim 1537'de kısa bir süre Handeş hükümdarı Miran I. Muhammed'in eline geçti. III. Mahmud (hükümdarlığı 1537-54), III. Ahmed (hükümdarlığı 1554-61) ve III. Muzaffer (hükümdarlığı 1561-73) dönemleri soylular arasındaki iktidar mücadeleleriyle geçti. 1573'te Türk-Hint hükümdarı Ekber Şah, Gucerat'ı alarak sultanlığın varlığına son verdi. III. Muzaffer 1583-93 arasında Gucerat'a yeniden egemen olmak için çaba gösterdiyse de, başarıya ulaşamadı.
HADIM SÜLEYMAN PAŞANIN İRAN SEFERİ VE II.MISIR BEYLERBEYLİĞİ
Irakeyn seferi dönüşünde 1535'de Anadolu Beylerbeyiliğine atandı.
Bu sırada Portekiz Krallığının Hindistan'da baskıları sürüyordu. Gucerat Sultanı Bahadır Şah, hem hediyelerle Osmanlı Devleti Padişahına ulak göndermişti hem de hazinesini işgal altındaki ülkesinden daha güvenli Haremeyn bölgesine emaneten 3 adet kalyon ile yola çıkartmıştı. 1536 yılında Edirne'ye ulaşan Gucerat Sultanı Bahadır Şah'ın elçisi Edirne'de Padişah huzuruna kabul edildi. Bahadır Şah hem ülkesini işgal eden Türk-Moğol imparatoru Hümayun Şah’a hem de Portekiz Krallığı'na karşı yardım istiyordu. Osmanlı İmparatorluğu, Hindistan'daki Müslüman devletlerin iç işlerine karışmayı reddetti. Lakin Portekiz Krallığı'nı orada bir tehtit olarak gördüğünü belirterek bir donanma hazırlığına başlayacaktı. Elçiyle bu görüşme yapıldığında Portekizliler Diu limanını ele geçirmişlerdi.
Hadim Süleyman Paşa bu olaylar doğrultusunda Ocak 1537'de tekrar Mısır Beylerbeyiliğine getirildi ve İran seferi dolayısıyla yarım kalan Süveyş Donanmasını bitirmesi için görevlendirildi. Diğer taraftan Portekizlilere Süveyş'te bir Osmanlı filosu kurulma haberinin almışlardı. Diu kalesini tahkim ettiler. Şubat 1537'de Bahadır Şah'ı Portekizliler hile ile öldürüp kardeşi Mahmut'u Gücerat Sultanı yaptılar. Bahadır Şah, Portekizlilerce öldürüldü. Haberi Osmanlı Devleti'ne tam bir yil sonra Şubat 1538'de ulaştı.
Bunun üzerine Padişah Mısır'a donanma yapımının hızlandırılması talimatını verdi. Ayrıca Bahadır Şah'ın varisi olmadığı için Gucerat'ta veraset kavgaları baş göstermişti. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Bahadır Şah'ın elçi yolladığı sırada Mekke'ye 3 kalyonla gönderdiği Gücerat devlet hazinesini İstanbul'a getirmeye karar verdi. Önce İskenderun'a getirilen hazine Salih Reis gözetiminde İstanbul'a getirilecekti. Bu nakliyat haberini alan Cenevizli amiral Andrea Dorya, Salih Reis’in filosunu zaptetmeye çalıştıysa da Barbaros Hayreddin Paşa’nın müdahale etmesi üzerine emeline ulaşamadı.
Donanma hazırlığı hem yeni gemilerin yapımıyla hem de eski gemilerin toplarla takviye edilmesiyle sürüyordu. Bu sırada Venedik Cumhuriyeti ile Osmanlı Devleti'nin arası bozulduğu için İskenderun'da ve İstanbul'da Venedik ticaret gemilerine el konulmuş ve mürettebatı da esir edilmişti. Hadım Süleyman Paşa bazı mürettebatı donanmayı güçlendirmek için sefere beraberinde götürdü.
MACELLAN'IN DÜNYA TURU VE DÖNÜŞÜ
Macellan vasiyetnamesinde, köle olan Malay tercümanının özgür bırakılmasını istemişti. Enrique adını kullanan, Henry the Black olarak vaftiz edilmiş tercüman, Sumatralı köle tüccarları tarafından yurdunda ele geçirilip satılmıştı. Macellan ile yaptığı birçok yolculukla dünyayı tam anlamıyla dolaşmış ilk kişi Enrique'dir. Macellan'ın Malacca'ya yaptığı ilk seferlerde hizmetine giren Enrique, Afrika'daki savaşlarda, sahibinin Portekiz'de kralın huzurunda gözden düşüşünde ve yeniden başarılı bir şekilde filosuyla denizlere açılışında hep yanındaydı. Ama geminin yeni kaptanı Mactan'da Enrique'yi serbest bırakmayı reddetti.
Enrique 1 Mayısta Rajah Humabon'un yardımı ile 30 kadar ölü denizcinin arasına karışarak kaçmayı başardı. Antonio Pigafetta dille ilgili notlar tutmaktaydı ve görünüşe göre yolculuğun geri kalanında iletişimi sürdürebildi.
Filipinlerde uğradıkları kayıplar keşif ekibinin sayısını ciddi biçimde azalttı, kalan üç gemiyi idare edemez hale geldiler. Bu sebeple 2 Mayıs 1521'de Concepción 'u terk ettiler ve kendilerine karşı kullanılmasını önlemek amacıyla yaktılar. Artık sadece Trinidad ve Victoria 'dan ibaret kalan filo batıya,Palawan'a doğru ilerledi. 21 Haziran 1521'de bu adadan ayrıldılar ve sığ sularda yol bulabilen Moro rehberler yardımı ile Brunei - Borneo'ya ulaştılar.
Brunei'nin dalgakıranlarında 35 gün demir attılar. Venedikli Pigafetta burada gördüğü Rajah Siripada'nın altınlarından ve yumurta büyüklüğündeki incilerden bahseder. Brunei ayrıca övündüğü evcil fillere ve 62 toptan oluşan bir kuvvete sahipti, ki bu Macellan'ın gemilerinin gücünü beşe katlıyordu. Pigafetta ayrıca Avrupa'da henüz çok nadir bulunan porselen ve gözlük gibi örnekler aracılığıyla krallığın sahip olduğu teknolojiden de sözeder.
Maluku Adaları'na (Baharat Adaları) 6 Kasım 1521'de ulaştıklarında 115 kişi kalmışlardı. Portekizlilere yakın olan Ternate sultanının rakibi Tidore sultanı ile biraz ticaret yapmayı başardılar.
Kalan iki gemi değerli baharatlarla dolu olarak batıya, İspanya'ya doğru yola çıkmaya çalıştı. Ancak Molucca'yı terk ettiklerinde Trinidad 'ın su aldığını keşfettiler. Mürettebat deliği bularak onarmaya çalıştı fakat başaramadı. Trinidad için çok zaman harcamak zorunda kalacaklarını anladılar, daha küçük olan Victoria ise kalan denizcilerin hepsini alacak durumda değildi. Sonuç olarak bir grup denizciyle birlikte Victoria İspanya'ya doğru yola çıktı. Birkaç hafta sonra da Trinidad Büyük Okyanus rotasını izleyerek İspanya'ya varmak amacıyla Molucca'yı terketti, fakat gemi Portekizliler tarafından yakalandı ve onların gözetimi altındayken fırtına sonucu battı.
Victoria Hint Okyanusu'ndan eve doğru 21 Aralık 1521'de yola çıktı. 6 Mayıs 1522'de Juan Sebastián Elcano yönetimindeki gemi Ümit Burnu'nu geçerken tayın olarak sadece pirinç kalmıştı. Cape Verde Adaları'na ulaşamadan 20 denizci açlıktan ve c vitamini eksikliğinde ortaya çıkan skorbüt hastalığından öldü. Oysaki gemide bugün c vitamini içerdiği bilinen tonlarca karanfil bulunuyordu. 9 Haziran'da, 26 tonluk baharat, karanfil ve tarçından oluşan kargoyu kaybetme korkusuyla 13 denizciyi daha Portekiz yönetimindeki bu adada bıraktı.
6 Eylül 1522'de yola çıkışlarından neredeyse tam üç sene sonra Juan Sebastián Elcano ve kalan denizcileri taşıyan Victoria İspanya'ya ulaştı. Keşif gezisi aslında az da olsa kâr getirmişti, ancak denizciler tam ücretlerini alamadılar. 1522 sonbaharında mürettebat Valladolid'de krallığın huzuruna çıktığında Maximilianus Transylvanus ile görüştü ve yolculuğa dair ilk rapor 1523 yılında yayımlandı. Pigafetta'nın yazdıkları 1525'e kadar ortaya çıkmadı, hatta tam olarak yayınlanması 18. yüzyıl sonlarını bulmuştur.
Trinidad gemisindeki 55 mürettebatın dördü 1525'te İspanya'ya ulaşmayı başardı. Kalan 51 kişi çeşitli savaşlar ya da hastalıklar yüzünden ölmüştü.