Translate

30 Nisan 2014 Çarşamba

I.MURAD'IN SALTANATININ DEĞERLENDİRİLMESİ
I. Murad Osmanlı tarihinde ilk Sultan lakabı ile tanınan hükümdardır. 27 yıllık saltanatı sırasında Anadolu ve Rumeli'de 37 önemli muharebe yapmış ve bunlardan hepsini zaferle sonuçlandırmıştır.
Şahsi karakterlerine gelince tarihlerde "orta boylu, uzun boyunlu, değirmi çehreli, seyrek dişli, koç burunlu, şahin bakışlı" olarak betimlenmiştir.Az ve güzel konuşması, cengaverliği ve avcılığa düşkünlüğünden söz edilmiştir. Katıldığı savaşlarda çarpışmalar başlamadan önce ordusuna yaptığı ateşli moral verici söylevler hala rivayet edilmektedir. Neşrî Tarihinde şöyle tasvir edilmiştir:
Atası gibi hayır sahibi idi. Cemi ömrünü gazaya sarfetmiştir. Osmanoğullarında bunun ettiği gazayı hiçbir padişah etmemiştir. Dahi avı gayet sever idi ve nice bin altın ve gümüş halkalı itleri vardı. Doğanları yine öyle idi.
Yabancı kaynaklar ondan "kibar şövalye" olarak bahsederler. Müneccimbaşı Tarihi ise adaletinden, iyilikseverliğinden ve merhametinden söz eder.
Öldükten sonra sanki kutsallığa yükseltilmiştir ancak zamanında pek dindar olmadığı hakkında bazı ipuçları bulunmaktadır. Dimitri Kantemir tarihi Bursa kadısının bir özel davada I. Murad'ın şahitliğini cemaatle birlikte namaz kılmaması nedeniyle kabul etmediğini hikâye eder.Ancak Ahiler arasında en yüksek mertebeye ulaştığı, yaptırdığı bir vakfiyenin kitabesinde "Ahilerden kuşandığım kuşağı Ahi Musa'ya kendi elimle kuşattım" cümlesinden çıkartılabilmektedir.
Hayırları ile ilişkili olan 1385 tarihli Vakfiye belgesi Arapça olarak elimizde bulunmaktadır. Bursa'nın Çekirge semtinde Hüdavendigar Camii ve imaret, medrese, misafirhane, türbe ve kaplıcayı kapsayan külliyesi vardır. Ayrıca Bursa Hisarı'nda Hisar Camii, Bilecik ve Yenişehir'de camiiler ve zaviye ve annesi adına İznik'te bir imaret yaptırmıştır.
Osmanlı devlet idaresi I. Murad döneminde küçük bir beylik idaresinden bir Sultanlık idaresi şekline dönüştürülmüştür. I. Murad döneminde 'Devlet hükümdar ve sülalesinin ortak malıdır.' anlayışı kalkmış yerine 'Devlet hükümdar ve oğullarının ortak malıdır.' anlayışı gelmiştir. Edirne'nin Osmanlılar eline geçirilip ikinci bir başkent durumuna geçirilmesi I. Murad döneminde başlamış, Rumeli Beylerbeyliği kurulmuş ve bu Osmanlı devletinin bir Balkanlar ve Avrupa devleti olduğu gerçeğini vurgulamıştır. Vezirlerin sayısı artmıştır. Divan üyelerinin sayısı artırılmıştır. Devletin malî bünyesi ortaya çıkartılmış ve Defterdarlık makamı oluşturulmuştur. Çağının en ileri profesyonel askerî organizasyonu olan Yeniçeri ocağı kurulmuştur.
1860 ŞAM OLAYI
Tanzimat ve Islahat fermanlarının Osmanlı Devleti'nde Hıristiyan halka eşit haklar tanıması, Müslüman kamuoyunda büyük hoşnutsuzluk yarattı, Lübnan'la Suriye'de karışıklıklar çıkmasına neden oldu. Hıristiyan Marunilere karşı olan bu hareketler, çeşitli mezheplerden 20-25 bin Hıristiyanın yaşadığı Şam'a da sıçradı. Bir sokak kavgasından alevlenen olay, kısa sürede tüm kente yayıldı; silahlı Müslümanlarla Dürziler Hıristiyan mahallelerini basarak buralarda yağma ve katliama giriştiler. Şam valisi ve Arabistan ordusu müşiri Nazır Ahmet Paşa, buyruğundaki askerle işe karışacağı yerde, subaylarının önerisine kapılarak konağına kapanınca, iyice büyüyen olayda Amerikanve Hollanda konsolosları da öldürüldü. Ancak, Türkiye'ye sığınıp Şam'a yerleşmiş olan Cezayirli mücahit Abdülkadir bin Muhittin, kendi adamları dışında Şam'daki Cezayir göçmenlerini de çevresine toplayarak Hıristiyan mahallelerinde hemen koruyucu önlemler aldı; böylece Fransız konsolosu başta olmak üzere 2 bin Hıristiyanın canını kurtardığı gibi, olayın yatıştırılmasında da çok önemli rol oynadı.
Uluslararası bir nitelik kazanan Şam Olayı üzerine Hariciye nazırı Keçecizade Fuat Paşa Bâb-ı Âli tarafından sınırsız yetkilerle Suriye'ye gönderilirken, öteki Avrupa devletlerinin onayını alan III. Napoléon da buraya Hıristiyanları korumak amacıyla general Beaufort d'Hautpoul komutasında 6 bin kişilik bir Fransız birliği yolladı. Britanya donanması da Suriye ve Lübnan kıyılarına demir attı.
Ancak, görevlerini kötüye kullandıkları gerekçesiyle Şam valisi Ahmet Paşa ile birlikte 5 yüksek rütbeli subayı kurşuna dizdirmek; katil zanlısı 56 kişi başta olmak üzere suçlu bulunan zaptiyelerden 111'ini daha astırmak; başka birtakım görevlilere de kürek ve sürgün cezaları vermek gibi aşırı sert önlemlere başvuran ve zarar gören Hıristiyanlara 75 milyon kuruş tazminat ödeten Fuat Paşa, general d'Hautpoul'e yapacak iş bırakmadığı için Fransız ordusu geldiği gibi gitmek zorunda kaldı. Böylece Şam Olayı nedeniyle Suriye'ye yabancı müdahalesi önlenmiş oldu.

25 Nisan 2014 Cuma

OSMANLI MECLİSİNİN KAPANMASI MART 1920
16 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan da dahil olduğu halde Babıali ve bütün hükümet daireleriyle beraber İstanbul, İngilizler tarafından cebren ve resmen işgal edilmiştir. İngiliz birlikleri İstanbul'da bulunan, başta Rauf Bey olmak üzere önde gelen Milli Mücadele yanlısı milletvekillerini tutukladılar. Ayrıca telgrafhaneler de işgal altına alınmış ve resmi makamlar arasında iletişim imkânı kalmamıştı. Bu şartlara göre, Anadolu, İstanbul ve resmi makamlarla ortak hareketten mahrum kalmıştı.
İstanbul’daki olağanüstü hal, ortaya Osmanlı Devletinin kimin idaresi ve hangi güçlerin kanunlarının geçerli olduğu sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal, Temsil Heyetinin başkanı olarak: "Bu hareketin Anadolu’da Osmanlı Kanunlarının yürürlüğünü engellemeyeceğinden ve her ne şekilde olursa olsun alınacak önlemlere Osmanlı milleti uygarlık yeteneği özellikle dikkat çekici bulunduğundan kanun dışında hiçbir işlem yapılmaması ve bütün görevlerin özenle yapılması hayatımızın gereklerindendir" diye genelge yayınlamıştır .
Bunun üzerine Meclis 18 Mart 1920 tarihinde toplanarak kendini feshettiğini açıkladı. Meclisin kendini feshettiği açıklaması padişahın 11 Nisan 1920'de ikinci meşrutiyetin sona erdiğini açıklaması ile bir başka Meclis oluşturma yolunu kapatmıştır. Aynı gün Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah'ın, "Padişah ve Halife kuvvetleri dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip" olduğunu bildiren fetvası "Takvim-i Vekayi"de yayınlandı. Padişah Osmanlı Devleti'nin tarihinde bir bölümü kapatmayı amaçlamış ve kendi otoritesi dışında bulunan bütün güçlerin (millî kuvvetleri) devlet karşıtı olduğunu ilan etmiştir. Padişah ve atadığı hükümetler Osmanlı devletinin idaresine tek otorite durumuna gelmişlerdi.
SALİH BOZOK
(1881, Selanik - 25 Nisan 1941, İstanbul), Türk asker, Atatürk'ün yaveri ve milletvekili.1881'de Selanik'de doğdu. Mustafa Kemal'in mahalle ve okuldan arkadaşı, yaşça da akranıydı. Harp Okulunu aynı yıl bitirdiler. Salih Efendij andarma sınıfına seçildi, Mustafa Kemal ise Akademiye devam ederek kurmay oldu. Mustafa Kemal Milli Mücadeleyi başlatmak üzere Anadolu'ya geçmeden önce ve Suriye Cephesi'nde bulunduğu sırada Salih Efendi'yi başyaver olarak yanına getirtti. Sürekli beraberlik böyle başladı. Mustafa Kemal Meclis Başkanı iken Meclis Başkanlığı Yaverliği, Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Cumhurbaşkanlığı Yaverliği yaptı. Atatürk'ün ölümü üzerine, "Başkomutan yaversiz gidemez!" diyerek uzun süredir planladığı gibi kalbine kurşun sıkarak intihar teşebbüsünde bulunmuştur. Söz konusu bu intiharın da son sahne olarak kullandıldığı, Zülfü Livaneli tarafından senaryosu yazılarak yönetilen Veda filminde ise; Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Salih Bozok Beyefendi'nin yakın ilişkisi, dostlukları ve birlikte verdikleri mücadele dolu yıllar beyaz perdeye aktarılmış; Atatürk'e dair sade ama etkili bir sinema çalışması olarak tarihe not düşmüştür.Kurşunun kalbini sıyırması nedeniyle hayatta kalmayı başarmıştır. Atatürksüz geçen kısa yaşamında milletvekilliği yapmış, 25 Nisan 1941'de vefat etmiştir.
Salih Bey yarbaylıktan emekliye ayrıldıktan ve TBMM 2. Dönem'de (o dönemdeki adı Bozok olan Yozgat'tan) milletvekili seçildikten sonra da Mustafa Kemal'in yakınında kaldı. 4. Dönem'e kadar Yozgat ve daha sonraki dönemlerde Bilecik milletvekili seçildi.

24 Nisan 2014 Perşembe

BAĞDAT KÖŞKÜ
Kitabesi revan köşkü ile aynı olan Bağdat köşkünün yapımına, IV. Murat Bağdat seferine giderken başlanmış ve 1639 yılında da yapımı bitirilmiştir. Ancak Naima’nın yazdıklarından köşkün iç mekanındaki süslemelerine IV. Murat’ın ölümünden sonra da bir süre daha devam edildiği anlaşılmaktatır.
Bağdat köşkünün plan şeması yine IV. Murat tarafından yaptırılmış olan Revan köşkü’nün planı ile benzerlik göstermektedir. Köşkün planı, kubbeli mekanın dört eyvanla genişletildiği sekizgen şemadan oluşmaktadır. Eyvanların mekandan daha fazla yararlanabilmek hatta manzara yönlerini arttırmak amacıyla kullanıldığı düşünülebilir.
Dekorasyonu ile klasik Osmanlı sanatının en yüksek noktasını temsil edebilecek özelliklere sahip olan Bağdat köşkünde kullanılan çinilerin, o döneme ait ahkam defterleri eksik olduğundan nerede yaptırıldığı saptanamamıştır. Bu dönemdeki Osmanlı çiniciliğinin en seçkin örnekleri olarak gösterilen bu çiniler bir önceki yüzyılda yapılmış çinilerle karıştırılarak kullanılmış olabilir. Öte yandan köşkün iç ve dış mekanlarında boya ve sıva yerine renkli mermerlerle beraber çini kullanımı, değişime karşı bir tutum olarak da kabul edilebilir. Zira bu yapılar için çini, sürekli kullanımı gerektiren bir kaplama malzemesi olarak tercih edilmiştir. Köşkün tavan süslemeleriyle de klasik devrin tesiri altında kaldığı ve bunların XVII. Yüzyılın ilk yarısının en önemli tavan süslemeleri olarak değerlendirilmelerine karşın cephe kaplama biçimlerindeki yenilik, köşkte klasik Osmanlı sanatıyla beraber yeni arayışların da etkili olduğunu göstermektedir.
Köşk ünlük saray yaşamında padişahın sabah namazından sonra kahvesini içtiği dinlenme mekanı olduğu gibi önemli tarihi olaylara da sahne olmuştur. Sonraki dönemlerde I. Abdülhamit (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde köşk has odanın kütüphanesi olarak kullanılmıştır.
I. Abdülaziz döneminde (1830-1876) köşkün revaklarının arası ahşap doğramalı camekanlarla kapatılmıştır.V Mehmet Reşat döneminde (1912) revaklar arasındaki ahşap doğramalar kaldırtılmış fakat 1939 yılında bu revakların arası, demir doğramalı camekanlarla kapatılmıştır. 1972 yılında da bu demir doğramalı camekanlarla kapatılmıştır. 1972 yılında da bu demir doğramalar tekrar kaldırılarak Bağdat Köşkü bugünkü görünümüne kavuşmuştur.
Kesme taştan inşa edilmiş yapının kaide kısmındaki taş örgüler kaplanmamıştır. Asıl köşk katında ise duvarlar mermer kaplamaların ardında gizlenmiştir. Köşkün revaklarını oluşturan kemerler beyaz mermer ve kırmızı hereke taşından örülmüştür. Kemerler arasında kalan beyaz mermer yüzeylerin içine de kemer bingilerinin üzerine gelecek biçimde hem içte hem dışta dairesel kırmızı porfir kakılmıştır. Revağı oluşturan kemerler beyaz mermer sütunlardan olup, başlıkları badem moriflidir. Revağın döşemesi kesme taşla kaplanmış tavanı ise çıtalarla bezenmiş ve yeşile boyanmış ahşap kaplamadır. Revak sütunları arasında beyaz mermerden yapılmış şebekeli korkuluklar yer alır. Dış cephe alt pencerenin üst kotundan sonra beyaz zemin üzerine enginar ve nar çiçekleriyle bezenmiş çinilerle kaplanmıştır.
Alt pencere ile baş pencereler çift sıra giden mavi renkli bordürlerle çerçevelenmiştir. Köşkün iç mekanı ise pencere ve kapı söveleri ile dolap kapakları dışında zeminden kubbe kasnağına kadar çinilerle kaplanmıştır. Alt pencerelerin üst hizasında köşkün duvarları boyunca devam eden çini kitabede Besmele ile başlayan Ayet-el Kürsi ve La ikrahe fiddin ayeti vardır.
Bağdat köşkünün kapı ve pencereleri ile dolap kapakları abanoz ağacından yapılmıştır. Köşkün asıl kapısı dışındaki diğer üç kapısı ile pencere ve dolap kapakları fildişi sedef ve bağa kakmalıdır. Zemin altıgen tuğla kaplanmış olup alt pencerenin parmaklıkları da geometrik formlu şebekelerden oluşmaktadır.
KRAL I.CHARLES
İskoçya kralı VI. James ve Danimarkalı Anne'nin ikinci oğlu olarak 19 Kasım 1600 tarihinde dünyaya geldi. Babası İskoçya Kralı idi. Charles çok zayıf ve hastalıklı çocukluk geçirdi. İngiltere Kraliçesi olan I. Elizabeth 1603'de çocuksuz öldüğünde, İskoçya Kralı olarak VI. James adını taşıyan babası İngiltere tahtına da I. James adı altında kral olarak çıkartıldı. Babası bu iki krallık unvanını şahsında toplamakla beraber hukuken ve fiilen İskoçya Krallığı ile İngiltere Krallığı birbirinden ayrıydı. Babası İngiltere'ye tahta geçmek için gittiğinde bile uzun seyahate sağlığı uygun olmayacağı için Charles İskoçya'da birakıldı ve ancak 4 yaşına girdiği zaman Londra'ya gidebildi.
Charles'in ağabeyi Prens Henry hem İskocya Krallığı ve hem de İngiltere Krallığı veliaht prensiydi ve hem küçük boyu, cüssesi ve görünüşü hem de hareketleri ve akıllığı dolayısıyla Charles'dan daha üstün bir kişi olarak görünmekteydi. Ama 1612 tarihinde ağabeyi Prens Henry tifodan hayatını kaybetti ve Charles hem İngiltere Krallığı hem de İskoçya Krallığı için veliaht prens ilan edildi. Ağabeyi ölmeden Charles'ın en yakin arkadaşı, ayni zamanda babasının da yakin dostu olan, Buckingham Dükü George Villiers idi. Buckingham Dükü çok zengin ve politik olarak çok güçlü idi; ama şahsı ve politik tutumları dolayısıyla halk tarafından hiç sevilmemekte idi.
Veliaht prens olduğunda Charles'ın ilk uğraşı kendi ve hüküm ettiği ülkelerin siyasi durumuna katkı yapacak bir es bulmaya çalışmak oldu. 1620'li yıllarda I. James İspanya ile yakınlaşmak için İspanya Kralı ve Kutsal-Roma Germen İmparatoru III. Filip'in en küçük kızı Maria Anna'yi oğluna eş olarak almayı kararlaştırdı. Bunun için Charles ve Buckingham Dükü 1623'de zor geçen bir deniz seyahatinden sonra İspanya ve Madrid'e gidip görüşmeler yaptılar. Ama Maria Ana bir Protestanla evlilik yapmak istememekteydi ve Charles da Katolik olmayı istemediği için yapılan müzakereler sonuçsuz kaldı. Zaten Anglikan Protestan olan İngiliz halkının coğunluğu, krallık sarayları ve hükümet idarecileri ve İngiltere Parlamentosu koyu Katolik olan İspanya ile ilişkilerin iyileşmeşini istememekteydi. İspanya'dan dönerken Charles ve Buckingham Dükü Fransa'ya uğradılar ve Fransa kraliyet ailesinin misafiri oldular. Charles burada Fransa Kralı XIII. Louis'in kız kardeşi (ve bir suikastle öldürülmüş olan IV. Henri'nin en küçük kızı) "Henrietta Maria" ile tanıştı.
1624'de İngiltere Kralı I. James İspanya ile bir savaşa girmek için yeni vergiler salmak için İngiltere geleneklerine göre gerekli olarak yeni bir parlamento seçtirip topladı. Bu parlamentodan veliaht Charles ile Fransa Prensesi Henrietta Maria'nın evlenmesi için izin istedi. Fakat Henrietta Marie Katolik idi ve Parlamento ancak I. James ile Charles'in, prenses/kraliçenin maiyetinde olan kişilere dinsel hürriyet verilip Katolik kalma izini verilmeyeceği hakkında Parlamento'ya söz vermelerinden sonra ancak çok çekingenlikle kabul etti. I. James Mart 1625'de öldü. I. Charles hem İngiltere Kralı ve (ve buna bağlı İrlanda Kralı) ve hem de İskoçya Kralı olarak tahta geçti.

23 Nisan 2014 Çarşamba

VERSAY'IN DÜŞÜŞÜ
Saray mensuplarının şehrin tüm tahılını depolarda sakladığı söylentileri yayılmıştı. Kalabalık bir grubun Versay Sarayı'na yürümekte olduğu haberi saraya aylar sonra ulaştı. 5 Kasım'da karahaberi duyan Marie Antoinette, sarayı terketme isteğini yineledi, ancak kral kabul etmedi.
Sarayın en az sevilen şahsı olduğunu bilen Marie Antoinette, o geceyi eşinden ayrı geçirme kararı aldı. Baş mürebbiye markiz Tourzel'e, herhangi bir tehlike durumunda çocuklarını derhal krala götürmesi emrini verdi.
Sabahın erken saatlerinde kalabalık grup saraya girdi. Kraliçenin muhafızlarını katlettiler. Kraliçe ve yardımcıları canlarını kılpayı kurtararak kaçtılar. Soluğu sarayın merkezinde, kralın yatak odasında aldılar. Prenses Elisabethde oradaydı. Çocuklar da gelince kapılar kilitlendi.
Bu arada kalabalık sarayın avlusunda toplandı ve kraliçenin balkona çıkmasını istedi. Marie Antoinette sabahlığıyla ve yanında iki çocuğu ile balkona çıktı. Kalabalık, çocukları içeri göndermesini istedi. Kraliçe yaklaşık on dakika boyunca, üzerine silahlar doğrulmuş bir hâlde balkonda tek başına bekledi. Daha sonra başıyla kalabalığı selamlayıp içeri girdi. Kalabalığın bir kısmı, cesaretine hayran kalıp "Vive la Reine!" ("Kraliçemiz çok yaşa!") diye slogan attı.
Kraliyet ailesi, kalabalık grupla beraber Paris'e dönmeye zorlandı. Harabeye dönmüş, XIV. Louis'den beri kullanılmamış olan Tuileries Sarayı'na götürüldüler. George Washington'un yanında savaşmış, Amerikan düşüncelerini benimsemiş liberal bir aristokrat olan Fayette markizi Gilbert du Motier, kraliyet ailesinin güvenliğinden sorumlu oldu. Kraliçeyle tanıştığında lafını sakınmadan "Majesteleri şu an bir tutuklu. Evet, öyle. Artık kendi "Şeref Muhafızları" olmadığı için kraliçe bir tutukludur" dedi. Kralın kızkardeşi Elisabeth, erkek kardeşi Provence kontu da tutuklular arasındaydı. Lamballe prensesi, Tourzel markizi ve saray hizmetkârlarının bir kısmı, kraliçeyi terketmeye yanaşmadılar.
Kraliçe, arkadaşlarını ikna edebilmek için, Avusturya büyükelçisine "Ben iyiyim, endişelenmeyiniz" yazan bir not gönderdi. Tekrar halk önüne çıktığında sakin, serinkanlı ve mağrurdu.
SADRAZAM KOCA SİNAN PAŞA
III. Ahmet‘le III. Mehmet zamanında beş defa sadrazamlıkta bulunmuş bir Osmanlı veziridir. Koca Sinan Paşa yemen fatihi diye de anılır.
Sinan Paşa, sarayın okulu olan Enderun’da yetişti. Once Malatya, Gazze, Trablus sancaklarında bulundu, sonra Erzurum’da, Halep’te valilik yaptı. 1569′da Mısır Valisi oldu, o yıl içinde Yemen’i alarak İstanbul’a birçok ganimetlerle dönünce kendisine vezirlik rütbesi verildi.
Sinan Paşa, 1574′te Akdeniz Kuvvetleri Komutanı olarak, emrindeki donanma ve birliklerle Messina, Calabra kıyılarını vurup yağma etti. Tunus’ta bazı kaleleri aldı. 1580′de ilk defa sadrazamlığa getirilerek, İran üzerine gönderilen orduya başkomutan yapıldı. Bu savaşta Sinan Paşa’nın yararlığı görülmediği için iki yıl kaldığı sadrazamlıktan atılarak Malkara’ya sürüldü. Bundan sonra biri 1589′da, ötekisi 1592′de olmak üzere iki kere daha sadrazam olduysa da gene çok geçmeden azledilip sürgüne gönderildi. Dördüncü defa 1593′te sadrazam oldu. Eflâk’ta ordunun başındayken, korkuya kapılarak kaçması üzerine ordu büyük bir bozguna uğradı. Derhal azledilerek yerine Lala Mehmet Paşa getirildi. Yalnız, kurnaz, karıştırıcı bir adam olan Sinan Paşa, Mehmet Paşa ölünce gene sarayı elde edip sadrazam oldu. Bu beşinci sadrazamlığında ancak beş ay kadar kalabildi, 90 yaşında öldü.
Sinan Paşa Yemen’i alması, Akdeniz’de donanma ile birkaç başarı kazanması bir yana, açgözlülüğü, paraya düşkünlüğü, zalimliği ile tanınır.
SULTAN HOŞKADEM'İN SALTANATI
Hoşkadem o zaman Anadolu Selçuklular tarafından idare edilmekte olan Anadolu'da doğmuş olan Türk ilk Memluklu Sultan olduğu belirtilir. Fakat kendinden önce gelen Bahri Memluklu Sultanlarından olan Laçin el-Mansuri (1296 - 1299) ve Baybars Çeşnigar (1309 - 1310) da Anadolu asıllıdır. 
Hoşkadem Sultanlığa geçince taht ismi olarak "Zahir Seyfeddin" ismini aldı.Tahta gelişine ön ayak olan klik ile ona karşı olan kölemenler kliği arasında bulunan mücadele devam etmekteydi. Hoşkadem (1461 - 1467)da altı yıl süren sultanlık döneminde devamlı olarak bu iki klik arasındaki mücadelelerle ve bunları çözmekle uğraşmak zorunda kaldı. Bu mücadele sırasında Mısır bir anarşiye dönüşmüştü.
Bu dönemde Memluklular ile Osmanlılar güney Anadolu üzerinde rekabete geçmişlerdi. İki İslam devleti arasında tampon devletler olarak Karamanoğulları Beyliği devleti ve tabi olan Dulkadiroğulları Beyliği ve Ramazanoğulları Beyliği bulunmaktaydı. Osmanlı Sultanı II. Mehmed Karamanoğulları beylerinin seçilmesi dolayısıyla Memluklularla mücadeleye başladı.
Karamanoğulları Beyi olan II. Damad İbrahim Bey 1424'den itibaren hüküm sürdükten sonra varisi olarak oğlu İshak beyi seçmişti. Fakat İshak Beyin 6 yarı-kardeşi bir onun bir köle kadının oğlu olduğu için ve kendilerinin ise Osmanlı Sultanı II. Murat'ın kızkardeşinin oğulları olarak "Sultanzade" oldukları için bu seçimi kabul etmediler. İbrahim Bey ile varisi İshak'ı Konya'da kuşatma altına aldılar. 1463'de İbrahim Bey ölünce İshak tahta çıktı ama kardeşi Sultanzade Pir Ahmet Osmanlılardan aldığı askeri desteklenen kardeşi ile çatışmaya girişti. Ermenak'da yapılan bir savaşı Pir Ahmet kazanıp kardeşi İshak Beyi beylik tahtından uzaklaştırıp 1464'de Karaman Beyi oldu. Yardımları karşılığında Akşehir, Beyşehir ve Ilgın'ı Osmanlılar'a bıraktı. Memluk Sultanı olan Hoşkadem Karamanoğulları'nın idaresinin Osmanlılara bağlannmasından kuşkulandı ve bu sırada Osmanlılarla savaşta olan Venedikle bunun hakkında yazışmaya girişti. Fakat Osmanlıların batıda savaşmasından faydalanan Karamanoğlu Beyi Pir Ahmed onlara terk ettiği bolgeleri geri almak için uğraşa girdi. Venedik ve Akkoyunlular'la anlaştı ama Hoşkadem'in idaresi altında bulunan Memluklular ona destek vermeyip tarafsız kaldılar. Osmanlı Sultanı II. Mehmet 1466’da Karamanoğullarına karşı bir Anadolu seferine çıktı ve Karamanoğullarının başkenti Konya’yı ele geçirdi. Osmanlı ordusu İstanbul'a dönünce Karamanoğulları, Osmanlılara geçen yerleri geri aldılar.
Hoşkadem hükümdarlığı sırasında Anadolu'da çıkan bir diğer sorun da Memlüklere tabi olan Dulkadiroğulları'nda çıkan hükümdarlık krizi oldu. Dülkadiroğulu [[Melik Arslan Bey]'in döneminde beylik Akkoyunlular'la yaptığı çatışmada Harput'u kaybetti ve beylik merkeziElbistan Akkoyunlular tarafından işgal edilip yağmalandı. Buna rağmen Melik Arslan Bey'in tabiyetinde olduğu Memluklular'la da arası açıldı. 1465'de Dulkadiroğulları Beyi olan Melik Arslan Bey Elbistan'da camide namaz kılarken bir fedai tarafından öldürüldü. Bu komplonun öldürülen kardeşi yerine bey olan Şah Budak Bey tarafından yapıldığı büyük olasılıkladır. Gerçekten de Şah Budak Bey halkı tarafından bir kardeş katili olarak görülmüş ve sevilmemiştir. Ama bazı kaynaklar Şah Budak Bey'in beyliğin tabi olduğu Memluklular tarafından sonradan tutulmasından dolayı komploda Memluk Sultanı Hoşkadem'in de parmağı olduğunu düşünmektedirler. 1465-1467 döneminde Dülkadiroğulları beyliği yapan Şah Budak Bey 1666'da Osmanlı Sultanı II. Mehmed'in desteğini sağlayan Şehsuvar Bey Dulkadiroğulları beyliğini eline geçirdi ve Şah Budak Bey Memluklulara sığındı.
Hoşkadem 1467'de öldüğünde Memluklular Dulkadiroğulları üzerine bir ordu göndermeye hazırlanmaktaydılar.
SELÇUKLU DEVLETİNDE DEVLET YAPISI VE ORDU
Anadolu Selçuklularında devlet toprakları hanedanın ortak mülküydü. Sultan ülke topraklarını oğulları arasında paylaştırıyordu ve şehzadeler yönetimleri altındaki bölgelerde yarı bağımsız hareket ediyorlardı. Bu, Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki taht kavgalarının ve şehzadelerin ayaklanmalarının önemli nedenlerinden biriydi. I. Gıyaseddin Keyhüsrev bu geleneğe son verdi ve merkezi yapıyı güçlendirdi. Sultan unvanıyla anılan Anadolu Selçuklu hükümdarları devletin ve ordunun başıydı. Merkezi devlet işleri Divan-ı Âli (Büyük Divan) adı verilen bir kurulda görüşülür ve karar bağlanırdı. Bu kurula vezirler başkanlık ederdi. Vezirden sonraki en yüksek devlet görevi, Niyabet-i saltanatlık makamıydı. Bu makama atanan saltanat naibi, yokluğunda sultana vekâlet ederdi. Öbür yüksek devlet görevlilerinden müstevfi, maliye işlerini yürütürdü. Pervane, divanın yaptığı atamalara ve dirliklerin (iktaların) dağıtım işlerine bakardı. Yazışmaları tuğracı yürütür, hukuk işlerine Emir-i dâd bakar ve askerlik işleriyle beylerbeyi ilgilenirdi. Askeri davalara ise Kadı-i leşker bakardı.
Vilayetlerin yönetiminden sorumlu kişiye subaşı denirdi. Bir tür vali sayılan subaşı, kentin düzenini sağlar ve bölgedeki askerlere komutanlık ederlerdi. Ayrıca melik denen şehzadelerin yönettiği vilayetler vardı. Melikler doğrudan sultana bağlıydılar ve vilayet merkezinde Büyük Divan’a benzer bir divan kurarlardı. Anadolu Selçukluları, Bizans sınırlarına bir tür sabit öncü kuvvet olarak Türkmen boylarını yerleştirmişlerdi. Bu boyların beyleri sınır bölgelerinde, uçbeyliği denen yarı bağımsız beylikler kurmuşlardı.
Anadolu Selçukluları'nda devletin malı olan topraklar üçe ayrılırdı. Bunlara dirlik, vakıf ve mülk denirdi. Sultan dirlikleri, kendisi için asker besleyip yetiştirmeleri karşılığında Türkmen beylerine ve komutanlarına verirdi. Mülk denen topraklar üstün hizmetlerde bulunanlara gene sultan tarafından verilirdi. Vakıf araziler ise, han, hamam, medrese gibi kurumların giderlerinin karşılanması için ayrılmış topraklardı.
Selçuklu ordusu asıl olarak, beylerinin komutasında savaşa katılan Türkmenlere dayanıyordu. Dirlik sahiplerinin kendilerine verilen topraklarda besledikleri tımarlı sipahiler ve kapıkulu askerleri, savaş zamanında ordunun önemli bir parçasıydı. Tımarlı sipahiler subaşıların buyruğunda savaşa katılırdı. Yapısı çeşitli olan Kapıkulu askerleri ise, devlet tarafından çocuk yaşta alınıp eğitilen Müslüman Türkler, diğer Müslümanlar ve Hıristiyanlardan oluşuyordu.
GEMİLERİN HALİÇE İNDİRİLMESİ
İstanbul’un fethi sırasında gemilerin karadan yürütülmesi hadisesi, hemen hemen yerli ve yabancı kaynakların ittifakı ile sabit bir olaydır. Hatta Bizans askerleri, sabahleyin Osmanlı gemilerini Haliç’te görünce, herhalde zincirleri kırıp geçtiler diye zincirleri kontrol etmişler ve gördükleri manzara karşısında hayrete düşmüşlerdir. Ancak sabaha karşı yapılan bir harp planı olması hasebiyle ve de gemilerin geçirildiği bölgenin o günlerde ormanlık olması sebebiyle, güzergâhı ve karadan yürütülen gemilerin sayılarında farklı görüşler bulunmaktadır.İstanbul’un fethedilmesi için bazı gemilerin Haliç’e indirilmesinin zaruret olduğu görüldü. Zira Haliç’e gerilen zincir Hasköy ile Ayvansaray’da bulunan iki ordunun buluşmasına mani teşkil ediyordu. Önce gemilerin karadan çekileceği yer tesbit edildi. Burası Tophane önündeki sahilden başlayarak Boğaskesen’den geçiyor ve buradan güney batıya dönüp sırtları aşarak Löbon Pastahanesi tarafına çıkıyor ve tepeyi aşarak Perapalas yanından Kasımpaşa’ya yani Haliç sahiline çekiliyordu. Yapılan ölçümlerde, Tophane’den dört yol ağzına 980 adım ve buradan Tepebaşı’na kadar 240 ve Kasımpaşa’ya kadar da 906 adım ki, toplam 2156 adımdır ve bu da yaklaşık 3 mil kadar tutmaktadır. Hazırlıklar tamamlandı. Topahene’den ayrılan 50 ila 70 adet arasındaki gemi, 21-22 Nisan gecesinde Kasımpaşa’ya kadar indirildi. Bu olayın doğruluğunu, hem savaşta hazır olan Bizans tarihçileri ve hem de Osmanlı tarihçileri ittifakla açıklamaktadırlar.
23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE DÜNYA ÇOCUK BAYRAMI KUTLU OLSUN

22 Nisan 2014 Salı

ATATÜRK'ÜN BİR ANISI
Cumhuriyet’in ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti.
Valiye: “Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?” diye sordu.
Vali de anlattı; yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış.
Ata’nın kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille:
“Vali Bey” dedi. “ ‘Corvee’ nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur.”
NİZAM-I CEDİD ' İN KURULMASI
Yeniçeri Ocağı’nın eski kanunnamesine dönüp, Ocağa Avrupa eğitim ve öğretiminin verilmesi daha kolaydır. Ancak 3. Selim ve yardımcıları yeni bir ocak kurma yoluna gitmişlerdir. Bunun sebebi de şüphesiz Yeniçeri Ocağı’nın umutsuz durumu idi. Çünkü Yeniçeri Ocağı çok fazla bozulmuştu, hatta Yeniçerilerin çoğu asker bile değildi. Esameler ya para ile satılmış ya da babadan oğula geçmişti. Ocakta her sınıftan halk vardı.”Yeniçerilik teşkilatı askeri karakterini kaybederek mali ve iktisadi bir hal almıştı”. Geçimi Yeniçeri esamesinden karşılayan pek çok insanın tepkisi olacağı için esameler askerliğe ehliyeti olmayanlardan toplanamamıştır. Bu nedenle yeni bir ocak kurulması yoluna gidilmiştir.
Avusturya ve Rusya ile sulh imzaladıktan sonra Koca Yusuf Paşa yurtdışından Levent’teki neferlere eğitim verecek Avrupa talim ve terbiyesinden anlayan birkaç adam getirmişti. Genç Yeniçerilerin de katılması öngörülmesine rağmen Yeniçeriler itiraz etmişlerdi. Bunu üzerine 3. Selim Nizam-ı Cedit’ in ayrı bir ocak olarak kurulmasını emretti. Ancak birbirine düşman iki ocağın zararı olacağından Nizam-ı Cedit Bostancı Ocağı’na bağlandı.

Nizam-ı Cedit’ in ilk kanunnamesine göre 12 000 Nizam-ı Cedit askeri olacaktır. 1600’ü İstanbul’da, 800-1600’er asker ise Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirilecekti. Nefer ve subayların yevmiyeleri ile silahları, giysileri Nizam-ı Cedit hazinesinden sağlanacaktı. Neferler bekar kalacak, subaylar evlenebilecekti.



Nizam-ı Cedit askerlerinin Yeniçeriler ve halk tarafından kıskanılmaması için halka yeni askerin gereği ve öneminin anlatılması gerekiyordu. Bunun için Sekban Başı olarak tanıtılan bir ağa görevlendirildi.Ancak kanunlar hakkında konuşanlara gereken şiddet gösterilmediğinden herkes devleti çekiştirmeye başlamıştı.3. Selim’ ün Nizam-ı Cedit lehinde yaptığı çalışmanın büyük etkisi olamamıştı. Yinede ilk anda kimsenin tepki vermemesinden yararlanarak Levent’te ve Anadolu’nun bir çok yerinde asker yetiştirme işine başlandı. 3. Selim askerlerin eğitimlerini sürekli takip etmiş, Anadolu’da çalışanları da teşvik etmişti.
SULTAN II.MAHMUD'UN TAHTA ÇIKIŞI
Sultan III. Selim, gerçekleştirmek istediği reformlara karşı meydana gelen Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirilince Şehzade Mahmut ağabeyi Sultan IV. Mustafa'nın 14 aylık saltanatı boyunca korku dolu günler geçirdi. Bu esnada saraydaki dairesinde tutuklu olan III. Selim ise gelecek için tek umut gördüğü kuzeni Şehzade Mahmut’a fırsat düştükçe hükümet ve saltanat işleri ile ilgili öğütler veriyor Nizam-ı Cedid’in yeniden ihyası hakkında uzun uzun konuşmalar yapıyordu.
İstanbul’dan sağ kurtulup kaçabilen Nizam-ı Cedidciler Rumelide yenilikçi ve III. Selim yanlısı olan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yanına sığınmışlardı. Tarihe Rusçuk yaranı diye geçen bu kişiler III. Selim’i tekrar tahta çıkarmaya karar vermişlerdi. Alemdar Mustafa Paşa 28 Temmuz 1808'de 15.000 kişilik ordusu ile Sultan III. Selim'i tahta çıkarmak için Topkapı Sarayına dayandığında tahtta bulunan Sultan IV. Mustafa, Sultan III. Selim ve kardeşi Şehzade Mahmud'un ölüm emrini verdi. Haremdeki dairesinde feci şekilde öldürülen Sultan Selim'in cesedi Arz Odası'nın önünde bırakıldı ve Alemdar Mustafa Paşa sarayın Babüssade Kapısını kırdığında tahta çıkarmak için geldiği Sultan III. Selim'in cesedi ile karşılaştı. Bunun üzerine Şehzade Mahmud'un derhal bulunup getirilmesini emretti. O esnada haremde Şehzade Mahmut'u katletmek için cellatlar ile Şehzadenin hizmetkarları arasında çatışmalar yaşanıyordu. Şehzadenin maiyetindeki cariyelerden Cevri Kalfa hamam külhanından aldığı bir kase külü katillerin yüzüne avuç avuç atınca kazanılan zamanla birlikte ağalar bunu fırsat bilip Şehzade Mahmut’u damdan kaçırmayı akıl ettiler. Dama çıkarken katillerden birinin fırlattığı hançer Şehzade Mahmut’un koluna saplandı ve derince bir yara açtı. Şehzade Mahmut dama çıkarken, telaş ve heyecandan başını da çatı kapısına çarpmış, sağ kaşının üstünde bir yara açılmıştı. Ancak katillerin tüm çabalarına rağmen Şehzade Mahmut, sarayın kubbelerine çıkmayı başardı. Haremden kuşhane’nin damına geçen şehzade, kuşaklarla birbirine bağlanan iki merdivenle Baş İmam Hafız Ahmet Efendi ve arkadaşları tarafından Enderun avlusuna indirildi. Çıplak ayaklarına acele ile koğuşuna kaçan Enderunlulardan birinin kapı önünde bıraktığı pabuçlar geçirildi ve Alemdarın bulunduğu yere getirildi. Oradan Hırka-i Saadet dairesine geçilerek Sultan II. Mahmud'a biat edildi. Sultan II. Mahmud tahtı borçlu olduğu Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Tahta çıktığı ilk gün Sultan III. Selim'in ölümüne sebep olanlar birer birer idam edildi ve o gün sarayın kapısında 33 kesik baş sergilendi. Ancak Sultan II. Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa'nın ısrarına rağmen ağabeyi Sultan IV. Mustafa'yı öldürtmedi. Sultan II. Mahmut hayatının kurtulmasına sebep olan Cevri kalfayı ise Hazinedarbaşılığına getirdi ve ona Çamlıca'da geniş arazi vererek, bir de köşk yaptırdı.
İstanbul’daki karışıklıklar ve güvensizlik nedeniyle Sultan Mahmut’un kılıç alayı uzun bir gecikmeden sonra 13 Eylül 1808’de yapıldı. O gün Topkapı Sarayı’ndan çıkılarak Seyf-i Nebevi’yi Silahdar Ağa alayın önünde taşırken Enderun müezzinleri tekbir getiriyor; Alemdarın seğmenleri de muhafızlık ediyordu. Sultan Mahmut, Eyüp Sultan’da Hz Muhammed’in halifesi olduğu için ona izafe edilen kılıcı sağ tarafına atası Osman Gazi’nin kılıcını ise Osmanoğullarının soy atası olması umut edildiği için sol tarafına kuşandı.

20 Nisan 2014 Pazar

I.SELİM 'İN ŞAH İSMAİLE ELÇİ GÖNDERMESİ
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı'ndan sonra Şah İsmail'in barış için yaptığı teklifleri kabul etmemiş olup, Doğu Seferi'ne devam etme amacını taşıyordu. Ancak, Şam'a geldiğinde Şah İsmail'in name ve hediyeleriyle elçilerini oraya gelmiş buldu; Şah İsmail'in barış yapma hususunda bu kadar istekli olması Mısır Seferi'nde sonra kendi üzerine bir başka sefer daha yapılmasını olası görmesiyle açıklanabilir. Şah İsmail yolladığı namesinde saygı dolu ifadeler kullanıp şöyle diyordu: "Sen birçok belde ve tebaaya malik oldun; bilhassa Mısır'ı almakla Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn unvanını aldın. Şimdi sen arzın İskender'isin; aramızda geçen geçmiştir; bir daha geri gelmez; sen memleketine git, ben de memleketime gideyim; aramızda Müslümanların kanlarını dökmeyelim, arzun ve maksadın ne ise onu ben yerine getiririm."
Sultan Selim askerin yorgun olması nedeniyle Şah İsmail üzerine gitmedi; bununla beraber Şah İsmail'den gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı tedbir almayı da ihmal etmemiştir. Yavuz, dönüş yolunda Mercidabık mevkine geldiğinde veziriazam Piri Mehmed Paşa'yı 2.000 yeniçeri ve bir hayli eyalet askeri ile Diyarbakır tarafına yolladı, kendisi de İstanbul'a hareket etti. Piri Mehmed Paşa bir süre Fırat Nehri kenarında kaldı; Şah İsmail'in hiçbir harekette bulunmaması üzerine verilen emir ile Edirne'de bulunan padişahın yanına geldi.

  • Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim ve Memlük Sultanı Kansu Gavri
AYN CELUT SAVAŞI
Savaştan hemen önce Mısır'da Sultan ilan edilen Seyfeddin Kutuz kumandasındaki 20.000 kişilik bir orduyla, Hulagu'nun en seçkin kumandanlarından Ketboğa Noyan kumandasındaki Ermeni ve Gürcülerle takviye edilmiş Moğol ordusunu Filistin'de karşıladı. İki ordu 3 Ekim 1260 tarihinde, Ayn Calut denilen mevkide karşılaştı.Memlûkler bölgeyi iyi tanıdıkları için bu savaşta Türklerin ve Moğolların sıkça uyguladıkları Hilal taktiğini kullanmışlardır. İlk başta Baybars komutasında küçük bir birlik Moğollar üzerine ani bir saldırı düzenlemiş ve ardından yine aynı hızla geri çekilmeye başlamıştır. Ketboğa'nın emri üzerine Memlûkleri takip ederek dağlık vadiye giren Moğol süvarilerini, kurduğu pusu sayesinde gizlice arkadan çeviren Kutuz komutasındaki Atlı Okçular ve patlayıcı bomba atan piyadeler, Moğollara ağır kayıplar verdirmiştir. Daha sonra sahte kaçışı bırakan Baybars, komuta ettiği askerlerini toplayarak Moğollara saldırmış ve Moğol ordusunun hemen hemen tamamını imha etmiştir. Bu savaşta öldürülen Moğol askerleri arasında Ketboğa Noyan da bulunmaktadır.
GAZNELİ SULTAN MESUD
Gazne Sultanlarından. Sultan Gazneli Mahmudun oğlu olup, 998de Gaznede doğdu. Gazneli Mahmud?un büyük oğlu olduğundan, veliaht tâyin edildi. İyi bir eğitim ve öğretim gördü. Devlet idâresinde tecrübe sâhibi olması için, 1017?de Herat Vâliliğine tâyin edildi. Sultan oluncaya kadar vâliliklerde bulunup, seferlere katıldı. 1030?da Rey Vâlisiyken, Şiî-Büveyhîlerden Hemedan ve İsfahan?ı aldı. Bu seferde babası vefât edince, kardeşi Celâlü?d-Devle Muhammed?in tahta çıktığını öğrendi. Gazne?ye dönüp, adına hutbe okutarak, Ekim 1030da sultan îlân edildi.
Babası devrinde başlayan Hindistan seferlerini devâm ettirdi. Hindistan?daki Gazneli hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Gazneli topraklarına girmek isteyen Mâverâünnehir?deki Selçuklularla mücâdele etti. 1035?te Nesâ, Ferâva ve Dihistân vilâyetlerini Selçuklulara yurt olarak verdi. 1039da Horasan Seferine çıktı. Selçukluları kesin bir mağlûbiyete uğratmak için, 23 Mayıs 1040?ta Dandanakan Meydan Muhârebesini yaptıysa da yenildi. Sultan Mes?ûd, Dandanakanda cesâretle muhârebe etmesine rağmen, kumandanları ihânet ederek, kendisini terk etti. Vakit kazanıp, durumunu tekrar düzeltmek için Hindistana çekildi. Köleleri isyân ederek, hazînesini yağmalayıp sonra hapsettiler. 28 Ocak 1041 târihinde de öldürdüler.
Gazneliler Devletine on yıl hükümdarlık yapan Sultan Ebû Saîd Mes?ûd, iyi bir devlet adamı ve kumandandı. Âlimleri ve sanatkârları himâye edip, onlara çok yardımda bulunurdu. Sarayına ilim adamlarını toplayıp, meclislerine iştirâk ederdi. Gazne şehrini, sanat değeri yüksek eserlerle süsledi. Gazne?de yaptırdığı Yeni Saray ve tahtı, devrin muhteşem eserlerindendir.
UZUN HASAN
Uzun Hasan 1423 yılında Diyarbakır'da doğdu. Akkoyunlu hükümdarı Ali Bey'in oğlu Cihangir, babasının ölümü üzerine tahta geçmişti. Uzun Hasan, kardeşi Cihangir'in emri ile yaptığı askeri mücadelelerden sonra, giderek güçlendi ve kardeşi Cihangir'i başkentten uzaklaştırarak Akkoyunlu hükümdarı oldu.
Trabzon Rum İmparatoru'nun kızı Katerina Despina ile evlendi. Trabzon'u Osmanlı saldırısına karşı koruyacağına söz verdi. Uzun Hasan, ayrıca İstanbul'a elçi göndererek, Trabzon Rum İmparatorluğunun her yıl verdiği verginin affedilmesini ve karısına çeyiz olarak verilmiş olan Kayseri yöresinin teslimini istedi. Fatih Sultan Mehmed bu istekleri reddetti. 1461 ilkbaharında Trabzon seferine çıktı. Osmanlı akıncıları karşısında başarısız olan Uzun Hasan'ın kuvvetlerinden yardım alamayacağını anlayan Trabzon Rum İmparatoru David Komnenos, 26 Ekim 1461'de Trabzon'u, Fatih Sultan Mehmed'e teslim etti.
Uzun Hasan bu gelişmelerden sonra ülkesini Gürcistan, Suriye ve Azerbaycan yönünde genişletmek için harekete geçti. Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah'ı yenilgiye uğrattı. Giderek güçlenen Akkoyunlu ülkesi, Horasan dışında bütün İran'ı, Ermeniye'yi ve Mezapotamya'nın önemli bir kısmını kapsıyordu. Uzun Hasan bundan sonra Osmanlılarla mücadeleye girişti. Karamanoğlu Pir Ahmed ve Kasım Beylere yardım ederek onları Osmanlılar aleyhine kışkırttı. Akkoyunlu kuvvetleri 1472'de Tokat'a baskın yaptılar. Ayrıca Akkoyunlu kumandanı Yusuf Mirza, Kayseri, Karaman, Hamideli yörelerini ele geçirdi.
Bunun üzerine Fatih, doğuda kendisi için tehlikeli duruma gelen Uzun Hasan'ı ortadan kaldırmaya karar verdi. Osmanlı ve Akkoyunlu kuvvetleri 11 Ağustos 1473'de Otlukbeli'nde karşılaştılar. Osmanlı topçusu tarafından kuvvetleri bozguna uğratılan Uzun Hasan İran'a çekildi. Akkoyunlular Devleti'nin merkezini Tebriz'e naklettiler. Uzun Hasan Gürcistan seferinden dönerken hastalandı ve kısa bir süre sonra 1478 yılında Tebriz'de öldü.

16 Nisan 2014 Çarşamba

RUDOLF DİESEL
Dizel motorların mucididir. Buhar motorlarına uyguladığı bir takım mekanik değişiklikler sonrası performansdan %10 kazanç sağladı. Bir gün Diesel bazı şeylerin normal olmadığını düşündü: Kav parçalarını ufak bir cam tüpe koydu. Bir piston yardımı ile, Havayı tüpe sıkıştırdı ve kavın yanmasını sağladı. Bu deney sonucu alınan başarılı sonuç onu dahada hareketlendirmişti. 1885'de Paris'de bir laboratuvar açtı, 1892'de ilk patentini aldı. 1893'ün Ağustos ayında Almanya'nın Augsburg kasabasına geldi, MAN AG (Maschinenfabrik Augsburg-Nuerenberg)'de 3 metrelik demir silindirli, pistonlu bir düzenteker oluşturdu. Buhar motoru yavaş yavaş yerinitermodinamik motora bırakmaya başlıyordu. Diesel buna Atmosferik Gaz Motoru adını verdi. 1896'da yeni motor sistemini gururla tanıttı. Teoride %75.6 fazla verim alıyordu. Elbette bu teori sağlanamadı, Tek yanmalı motoru geçmiş yüzyılın en heyecan veren buluşlardan biri olmuştu.. Rudolf Diesel'in hayali büyük endüstüriye bilgisinden vermekti. Bu hayali fazla uzun sürmedi, gelişmiş endüstüri O'nun bilgisinden yararlanmakta geç kalmadı, Diesel'in motorlarına tüm dünyadan talep vardı, O'nun motorları artık gemilerin, elektrik santrallerinin, pompaların ve rafinerilerin standart motorları haline gelmişti. 1908'de Diesel ve Saurer firmasından İsviçreli bir mekanik 800 rpm hızla çalışan motoru yarattılar. Ancak otomobil endüstürisi Diesel'in motorlarına adapte olmada zorlanıyordu, bu yüzden tercih edilmiyordu. MAN bu konuda ilk oldu, 1924'de, MAN'ın ürettiği bir kamyon direkt enjeksiyonlu dizel bir motoru kullanan ilk vasıta oluyordu. Ardından Alman Benz & Cie bu motorları kullanmaya başladı, İlk dizel Mercedes-Benz 1936'da yollara çıktı.Rudolph Diesel motorun otomobil endüstirisinde yükselişini göremedi. Çünkü 1913'te İngiltere'ye giden bir vapurda intihar etti.
İngiltere'ye gitmek için Hamburg limanında bindiği Dresden vapurundan bir daha inmedi. Çünkü 1913'te İngiltere'ye giden bir vapurda intihar etti. Ölüm tarihini bir gün öncesinde günlüğüne yazmıştı.

CEZAYİR VİLAYET OLUNCA
Kanuni Sultan Süleyman, Hızır Reis'in kıymetini bilir ona "Cezayir Beylerbeyi" payesi verir. Barbaros Hayreddin hattı hümayunu öper başına koyar. Hil'atı fahireyi omzuna atar, sorgucu sarığına, kattareyi boynuna asar. Som sırma ayetler yazılı yeşil sancakla, al flandarayı çekip İstanbul'a yelken açar. Kanuni onu tereddütsüz Kaptan-ı derya yapar, önüne koca imparatorluğun imkanlarını koyar. 
Hızır Reis Padişah duası alınca öyle mesrur olur ki nice yetim kızcağızları everip öksüz oğlancıkların elini tutar. 
O hızla Akdeniz'e çıkar ve bir anda yüzlerce tekne vurup binlerce esir tutar ki bunlar İspanyol kralının en seçme adamlarıdırlar. 
Hızır Reis eline geçen 36 amirali ne yapacağını alimlerden sorar. Cevap çok nettir: "Ey mücahidlerin başı! Bu adamlar hem kanlı katildir, hem de derya işlerinde ustadırlar. Serbest kalırlarsa yine denize çıkar ve Müslümanları kırarlar. Bunları ya hapseyle ya cellada yolla!"
Hızır Reis de gereğini yapar. 
Ancak bu amiraller içinde Kırando adlı biri vardır ki İspanya'nın en güçlü ailesine mensuptur. Akrabaları gelip kralı sıkıştırır Kırandoyu kurtar diye yalvarırlar. Kral güvendiği bir papazı Cezayir'e yollar. Adam Kırando'nun ölüsü için bile milyonlarca altın vermeye razıdır ancak Barbaros Hayreddin Paşa "bizim paraya ihtiyacımız yoktur, var Kralın olacak adama söyle benzer hadiseleri yaşamak istemiyorsa Müslüman kanı dökmekten vazgeçsin" diye haber yollar. 
Adamları "A be Reis" derler, "bu keferenin laşesini verip altınları alaydık ya!"
-Hayır! Murdarın alımı satımı caiz olmaz!
Tunus yerini bulunca
Barbaros bir ara Cezayir'e dönerken rüzgar onları Tunus sahillerine atar. Tunus Beyi "bize olacak oldu" der, pılısını pırtısını toplamadan çöle kaçar. Ağalar, kethüdalar baştardaya (amiral gemisine) gelip bağlılıklarını sunarlar. 
Hızır Hayreddin Reis "Ya İlah'el alemin" der, "sana malumdur ki bu günahkar kulunun buralara uğramak gibi bir niyeti yoktu. Sen her şeyin iyisini bilirsin, hakkımızda hayırlar eyle" deyip başını şükür secdesine koyar.
Tunuslular da baş başa verip "beyimiz Osmanlıya ihanet etti işi rast gitmedi, o ki üç tuğlu vezir yurdumuza gelmiş bize itaat yaraşır" der ve Barbaros'un yanında olurlar. 
Cezayir limanının hemen dışında bir ada ve iki burç vardır ki burası eskiden beri İspanyolların elindedir. Adamlar keyiflendikçe ateş açar şehirdeki evleri, minareleri vururlar. Çok mahir bir topçuları vardır ki özellikle müezzinleri öldürmeye bakar. Barbaros ada komutanına bir mühlet verip çıkmalarını ister. Ancak onlar harpte karar kılarlar. 
Müslümanlar 7 topla birden ateşe başlasalar da ejderhayı andıran iki burcu almak kolay olmaz. Barbaros o gece rüyasında bir pir görür, nurlu ihtiyar göbekli burcun lağımlarını gösterip fethin önünü açar. Lağımları barutla doldurup "mayna (teslim) olacak mısınız göğe ağdıralım mı" diye sorarlar. Papazlar "göğe ağmaktansa sağ kalmak yeğdir" deyip teslim olurlar. Ancak Müslümanları 140 gün uğraştırdıkları için alıp başını gidemez alayı esir olurlar. 
Sıra gelir San Pavlo burcuna, bunlar "biz Göbekli Burçtakiler gibi korkak değiliz, papaz sözüyle hareket etmeyiz" der direnirler. Ancak bu burç da fethedilir, 1200 esir ele geçer. Bunların 100 tanesi yüksek rütbelidir Barbaros onları şehre yollar ve o güne kadar top ateşi ile tahrip ettikleri ne kadar bina varsa yaptırtır. İbrişim kaldırmayan şövalyelere taş taşıtırlar.
ABD VE RUSYA'DA KİM OLA ?
Doğrusunu isterseniz 16-17. yüzyılda Rusya devletten bile sayılmaz. Osmanlılar onların Çarlarını kaale almaz. elçilerini karşılamazlar. Bir maruzatları olursa Kırım Hanı'na anlatırlar. 
Doğrusu onlara Kırımlılar yeter de artar. Bir ara Ruslar 350 bin kişilik bir orduyla Knotop Kalesi'nde Ukraynalıları sıkıştırırlar. Padişah, Mehmed Giray'a "Rusları dağıtın" diye bir emirname yollar. Kırımlılar Rusları Pripet bataklıkları civarında yakalar ve 120 bin askerini kırıp, 50 binini zincire vururlar ki Prens Trubeçkov bile ellerinden kurtulamaz. 
Rus elçileri ancak Kırım Hanının muvafakatını aldıktan sonra Payitaht-ı cihana ayak basar, Veziriazamın karşısında oturamaz, er gibi ayakta dururlar.
Devleti aliyye, Rusların sulh müzakerelerini dinlemeye bile tenezzül etmez "gidin derdinizi Giray'a" anlatın deyip, Bağçeseray'a (Kırım Hanlığına) yollarlar. 
Çar'ınıza söyleyin!
İşte Kara Mustafa Paşanın Rusya Seferi devam ederken Çar Feodor deli gibi muhatap arar. Kırımlılarla oturur muahedenin şartlarını kararlaştırırlar. Elçiler, Dersaadetin onayını almak için İstanbul'a gelmeyi arzularlar. Kara Mustafa Paşa onları lütfen kabul eder. Adamlar padişah 4. Mehmed'in av merakını bildikleri için binlerce emsalsız kürk, mors balığı dişi ve şahinlerle gelir ama padişahtan istediklerini koparamazlar. 
Mehmed Han tek cümleyle "Çar'ınıza söyleyin" der, "Kırım Hanımızın haracını muntazam ödesin, sulh şartlarına uymazsa cezasız kalmaz bilmiş ola!" 
Size göre azarlar gibi bir şey değil mi? Ruslar aksine bu tavra çok sevinir iyi ya da kötü muhatap alındıkları için adeta takla atarlar. Osmanlı ilk kez Ruslara imza bahşeder ki tarihçiler onu "Edirne Muahedesi" diye anarlar.
Elçiye zeval olmaz...
Sakın yukarıdaki satırlardan Osmanlıların kibirli olduğunu çıkarmayın Türkler Rusyanın potansiyalinin farkındadırlar, Çarlar eninde sonunda yörede söz sahibi olacaktır ama bunu ne kadar geciktirirlerse o kadar kar sayarlar. 
Rusları da Allahın kulu sayar kalplerini kırmazlar hatta...
Hatta bir ara Padişahın cülusunu (tahta çıkışını) kutlayan Rus heyeti dönüş yolunda Tatarların saldırısına uğrar. Dersaadet derhal Kırım Hanı Mehmed Giray'ı vazifeden alır yerine Canbek Giray'ı atar. Mehmed Giray "ben ki Cengiz soyundan gelme bir asilzadeyim İstanbul'u takmam" deyince Kaptan-ı Derya Topal Mehmed Paşa'yla Giray'ı sıkıştırır, başarılı olamayınca Kaptan-ı Derya Hasan Paşa ile Banyalukalı Hüseyin Paşaları üstüne yollarlar. Bu iş için kan dökmeyi göze alır ve hesapsız altın harcarlar ama "elçiye zeval olmaz" sözünün gereği neyse onu yaparlar.
Peki ya Amerika?
Osmanlılar Amerika'yı da devletten saymadıkları için Amerikan başkanlarını tanımazlar. 1783 yılında Amerikan ticaret gemileri Akdeniz'e girebilmek için İstanbul'dan onay ister, onu Cezayir Beylerbeyine yollar, "Dayı ne diyorsa o olur" buyururlar. 
Cezayir Dayısı, George Washington'dan her yıl 642 bin altın dolar alır, ayrıca 12 bin Osmanlı altını da haraç yazar. (1795)
Bu, Amerikalıların İngilizce dışında başka bir lisanla yaptığı ve haraç ödemeyi kabul ettiği tek anlaşmadır. 
SULTAN III.MEHMED HAN
Osmanlı sultanlarının on üçüncüsü, İslâm halifelerinin yetmiş sekizincisi. 1566 târihinde Manisa?da doğdu. Babası Üçüncü Murad Han, annesi Sâfiye Vâlide Sultandır. Şehzâdeliğinde; yüksek din, fen, idarî ve askerî ilimleri, kıymetli âlimlerden öğrenerek yetiştirildi. İlk hocası İbrahim Cafer Efendidir. Haydar Efendi, Pir Mehmed Azmi Efendi, Sultan Selim Medresesi Müderrisi Nasûh Nevâli Efendiden ders aldı. Târihe geçen muhteşem bir merasimle sünnet edildi. 1583?te Manisa sancağı Vâliliğine tâyin edildi. Kumandanlık ve devlet idâresi siyâsetini iyice öğrenmek için Manisa?ya gönderildiğinde yanına müderrisi Nasûh Nevâli Efendi, lalası Sipahi Bey ile Defterdar Baş ruznâmecisi Hasan Beyzâde, Nişancı Lala Mehmed Paşa, Reisülküttâb olarak da Abdurrahman Çelebi ve diğer vazifeliler verildi. 1595?in Ocak ayına kadar Manisa?da vâlilik yaptı.
Babası Üçüncü Murâd Hanın vefatından on bir gün sonra 17 Ocak 1595 târihinde Manisa?dan İstanbul?a gelip, sultan îlân edildi. İlk icraatı, devlet ve saltanatın emniyetini kuvvetlendirip, tâyinlerde bulunmak oldu. Ulemâdan Sadeddin Efendiyi hocalığına, Ferhad Paşayı Sadrâzamlığa, Halil Paşayı da Kaptan-ı deryalığa tâyin etti. 1593?ten beri devam eden Avusturya harpleri esnasında, papa Sekizinci Clément?in teşvik ve propagandalarıyla, ahâlisi Hıristiyan olan Osmanlı Devletine tâbi Erdel, Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları Türklere karşı isyân ettiler. Sadrâzam Ferhâd Paşa, Eflak Seferi için Serdâr-ı ekrem tâyin edildi. 14 Mayıs 1595?te Eflak ve Boğdan?ın imtiyazlı prenslik statüsü kaldırılıp vilâyet hâline getirilerek, vâliler tâyin edildi. Papa?nın çağrısıyla Almanya, Avusturya, Belçika, Bohemya, İtalya, Macaristan?dan toplanan elli bin piyâde ve yirmi bin süvâriden meydana gelen Hıristiyan ordusu, Avusturyalı Prens Mansfeld emrinde yardıma geldiğini haber alan Eflak Voyvodası Mihail, binlerce Müslümanı kılıçtan geçirip, her yeri harap etti. Prens Mansfeld, 1 Temmuz 1595?te Osmanlı idâresindeki Macaristan?ın Estergon Kalesini kuşattı. Serdâr-ı ekrem Ferhâd Paşanın ve eski Vezir-i âzam Koca Sinan Paşanın taraftarları seferde bozgunculuk yaptılar. Ferhâd Paşa vazifesinden alınarak, Koca Sinan Paşa tekrar Vezir-i âzam ve serdarlığa getirildi. birbiri ardına gelen felaketler ve ölümler sebebiyle düşman karşısında kesin zafere gidilemedi. Sadrazamlardan Ferhâd Paşanın îdâmı, Lala Mehmed ve Koca Sinan Paşaların vefatları ve 27 Ekim 1595 Köprü Faciasıyla Akıncı Ocağının çok zarar görmesi neticesinde, Estergon, Vişegrad, Tegovişte, Yergöğü düşman eline geçti. Hıristiyanlar yerli ahaliye ve esir kumandanlara insanlık dışı fiillerde bulundular. Önemli devlet adamları ile 3500 asker, Voyvoda Mihail tarafından kazığa vuruldu.
Eflâk ve Macaristan cephelerinde, Osmanlı şehirlerinin düşman ordularınca yıkılıp yakılması, ahâlinin kılıçtan geçirilmesine son vermek için Üçüncü Mehmed Han, Vezir-i âzam Damad İbrahim Paşanın da tavsiyesiyle 20 Haziran 1596 târihinde Eğri Seferine çıktı. Üçüncü Mehmed Hanın, ordusunun başında bizzât sefere çıkması askerleri coşturdu. Müslümanları zulümden kurtarmak aşkı ve şevkiyle Edirne, Filibe, Niş, Belgrad yolundan Sirem?e gelindi. 26 Ağustos 1596 târihinde Sirem?deki Salankamen Kalesindeki harp meclisinde, isyân hâlindeki Erdel üzerine mi yoksa Avusturya işgalindeki Macaristan topraklarına mı sefer edilmesi müzakeresi yapıldı. Eğri?nin askerî strateji bakımından daha fazla kıymet arz etmesinden, Avusturya Cephesi hedef tâyin edildi. 21 Eylül 1596 târihinde Macaristan topraklarındaki Eğri Ovasına gelen Sultan Mehmed Han, Otağ-ı Hümâyuna yerleşti. 24 Eylül 1596 târihinde başlatılan Eğri Kalesi kuşatmasında, 4 Ekim?de dış kalenin fethinden sonra iç kale de 12 Ekimde vire ile teslim oldu. Eğri?deki Avusturya askeri cezalandırıldı. Şehrin en büyük kilisesi câmiye çevrilerek, 18 Ekim Cumâ günü Türk-İslâm an?anesince Sultan Mehmed Han, Cumâ namazını burada kıldı.
Eğri fâtihi Sultan Üçüncü Mehmed Han, 23 Ekim 1596 târihi Harp meclisi kararınca ileri harekâta devam etti. 24 Ekim 1596 târihinde, Haçova?da Alman, Avusturya, Çek, Fransız, İspanya, İtalyan, Leh, Macar, Papalık askerlerinden meydana gelen 300.000 mevcutlu Hıristiyan ordusuyla karşılaşıldı. 100-110.000 mevcutlu Osmanlı ordusu, 25 Ekim günü başlayan Haçova Meydan Muhârebesinde 26 Ekimde düşman ordusunu mağlup etti (Bkz. Haçova Meydan Muhârebesi). Haçova?da büyük bir zafer kazanılmasının ardından, 22 Aralık 1596 târihinde İstanbul?a dönüldü. İstanbul?da Eğri ve Haçova zaferleri sevinciyle, üç gün üç gece merâsim ve şenlikler yapıldı. Şâir Bâkî dâhil birçok divan şâirleri Sultan?a kasideler, manzum târihler ve zafernâmeler sundular. Avusturya cephesine Satırcı Mehmed Paşa Serdar-ı ekremliğe tâyin edildi.
Osmanlı Devletinin Avrupa cephesinde harplerle uğraşmasını fırsat bilen İran Safevî Devleti Anadolu?da, önce propaganda faaliyetlerini başlatıp, isyanlar çıkarttı (Bkz. Celâlîler). Celâlî isyanları denilen bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin ardından, Safevîler, Osmanlı Devleti hududuna saldırdılar. Avusturya ve İran cephelerini halletmek çârelerini araştıran Üçüncü Mehmed Han, 1603 yılında 21/22 Aralık gecesi vefât etti. Ayasofya Câmii bahçesindeki türbesine defnedildi.
Sultan Üçüncü Mehmed Han çok nâzik, halîm selîm, vakûr, kerîm bir şahsiyete sâhipti. Sancakbeyliğinden saltanata gelen son Osmanlı pâdişahıdır. Bütün Osmanlı pâdişahları gibi iyi bir şâir olup şiirlerinde Adlî mahlasını kullanırdı. Beş vakit namazını dâimâ cemâatle kılardı. Devrin kaynakları dindârlığını, hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Dört Halife, Eshâb-ı kirâm ve âlimlere hürmetini yazar. Bunların adı bahsedildiği an hürmeten ayağa kalkardı.

15 Nisan 2014 Salı

PATRONA HALİL İSYANININ BASTIRILMASI
Sultan I. Mahmud, padişahlığının ilk günlerinde, kendisini tahta çıkaran isyancıların isteklerini yerine getirmek zorunda kaldı. Sultan III. Ahmed devrinde yapılmış olan köşk ve konakların çoğu isyancıların istekleri sonucu yakılıp yıkıldı. Devlet adamları ve memurlar isyancıların düşünceleri doğrultusunda atandı.
İsyancıların önderi konumundaki Patrona Halil de Sultan Birinci Mahmud'a olan bağlılığını bildirmiş olmakla birlikte, devlet işlerine müdahale etmekten vazgeçmiyordu. Bu müdahale öyle bir aşamaya geldi ki, Patrona Halil Sultan Birinci Mahmud'dan kendisini yeniçeri ağalığına getirmesini ve Rusya'ya karşı savaş açmasını istedi. 15 Kasım 1730 günü tören yapılacağı bahanesiyle saraya çağrılan Patrona Halil ve yandaşları yakalanarak öldürüldü.
Patrona Halil yandaşları öldürülme korkusuyla tekrar ayaklandılar. Sultan Birinci Mahmud, Sancak-ı Şerif çıkarttı ve halktan ayaklanmanın bastırılması için yardım istedi. İsyanlardan bıkmış olan halk, padişaha yardımcı olarak ayaklanmanın 28 Ocak 1731 tarihinde kısa sürede bastırılmasını sağladı.
HEKİMOĞLU ALİ PAŞA'NIN ESERLERİ
İstanbul'da Kocamustafapaşa'da kendi adını taşıyan bir külliyeden kalan bir camisi, Hekimoğlu Ali Paşa Camii, mevcuttur.
Hekimoğlu Ali Paşa'nın Aksaray'dan Silivrikapı'ya giderken Altimermer'de Cerrah Paşa Camii teşkilâtını andıran güzel bir camii, sebil, kütüphane ve çeşmeleri ile türbesi ve Kabataş'ta da iskele karşısında merdivenli yeşil seddin üstünde bir çeşmesi vardır. Bu çeşme kitabesinin her mısrai bir tarih olup Seyyid Vehbi'nindir. Bu Kabataş çeşmesi, XVİİİ. asrın güzel sanat eserlerindendir. Bu tesisleri birinci sadareti esnasında yaptırmıştır.
Bunlardan başka 1754 tarihli bir çeşmesi de Çemberlitaş'ta Atikali Paşa Camii'nin avlu duvarındadır.
Üsküdar'da Bandırmalı Tekkesi'ni Ali Paşa yaptırarak oraya cami vakfından vazife tâyin etmiştir.
Kütüphanesinin kitapları şimdi Millet kütüphanesindedir. Hekimoğlu'nun "Âli" mahlâsiyle manzumeleri vardir.
Hekimoğlu'nun birinci sadareti zamanında Hollanda sefareti tercümanı Petros Baromian isminde bir zat Kâtib Çelebi'nin Cihannüma'sının Müteferrika tarafından neşredilmiş olmasından cesaret alarak 1733 senesinde Jacques Robbs'un coğrafyaya dair "La methode pour apprendre facilement la geographie" adlı eserini Hekimoğlu Ali Paşa namına Türkçeye çevirerek "Risale-i coğrafya" veyahut "Cihannüma" ismine nazire olarak "Fen numây-i câm-i cem âyin ez fenn-i coğrafya" adını vermiştir.
Yine Ali Paşa namına Tabib Bursalı Ali Efendi'nin Kınakına'nın hassalarından bahseden ""Tuhfe-i âliyye ve Papâ-koğalu" ismindeki nebatın hassasından bahseden eserleri vardır.
Hekimoğlu'nun İran seraskerliği ve Tebriz'i ikinci defa alması dolayısıyla maiyyetindeki kâtiplerinden şair ve münşi Abdurrezzak Nevres'in Tebriziye isimli eseri yazmistir.