Translate

29 Mart 2014 Cumartesi

SATUK BUĞRA HAN DESTANI
İslam Peygamberi Muhammed bin Abdullah kanatlı atı Burak'ın sırtında göklere yükseldiği ‘miraç gecesinde’ gök katlarında kendinden önceki Peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail (جبرائيل Cibrâ'îl veya جبريل Cibrîl)'e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail
"Bu Peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan`da sizin dininizi yayacak olan bu ruh ‘Abdülkerim Satuk Buğra Han’ adını alacaktır."
der.
İslam peygamberi Muhammed yeryüzüne döndükten sonra her gün islamiyeti Türk ülkesine yayacak bu insan için dua eder. Muhammed bin Abdullah'in arkadaşlarıda bu ruhu görmek isterler. Muhammed dua eder. Başlarında Türk başlıkları bulunan, kırk silahlı atlı görünür. Abdülkerim Satuk Buğra Han ve arkadaşları selam verip uzaklaşırlar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra, Kaşgar hanının oğlu olarak dünyaya gelir.
Satuk Buğra'nın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler, çayırlar çiçeklerle örtülmüştür. Falcılar bu çocuğun büyüyünce müslüman olacağını söyleyip öldürülmesini istemişlerdir. Satuk Buğra'ın annesi; "Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek oğlunu ölümden kurtarmıştır.
Satuk Buğra 12 yaşında iken, arkadaşlarıyla birlikte ava çıkmaya başlar. Avda oldukları bir günde kaçan bir tavşanın arkasından hızla koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan durur ve yaşlı bir insan konumu alır. Satuk Buğra'nın daha sonra Hızır (الخضر al Khidr) olduğunu anladığı bu yaşlı kişi Satuk Buğra'ya Müslüman olmasını öğütler ve İslamiyeti anlatır. Onlar böyle yazdı, ve tekrar noktada Allah'ın Peygamberi konuşur: "Awwaly man aslama min at-Turk." (Türklerin arasında İslâm ilk olandı).
Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcası Harun Buğra Han (Harún Bughra Khán)'dan islamiyeti kabul etmesini ister. Kaşgar hanı, müslüman olmayı kabul etmez. Satuk Buğra'nın işareti ile yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür. Türkistan'da İslâm Peygamberi Muhammed bin Abdullah'ın ölümünden 333 yıl sonra ilk Satuk 12 yaşında iken İslam dinini benimser ve Abdülkerim ismi verilir. Satuk Buğra hükümdar olur ve bütün Türk askeri onun iradesinde İslamiyeti kabul ederler. Abdülkerim Satuk Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak için mücadele ile geçirmiştir.
Olağanüstü olaylarla ilgili anlatılara göre Abdülkerim Satuk Buğra Han'ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılınçı varmış ve savaşırken etrafına ateşler saçıyormuş. Abdülkerim Satuk Buğra Han Tanrıdan davet almış bu sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada ölmüştür. Onun yaşamını bitirdiği son gün, Hicrî 344 Milâdi 955'dir
DOĞU KARAHANLILARIN BÖLÜNÜŞÜ VE ÇÖKÜŞÜ
1043 yılında yapılan aile toplantısında ayrıca, eski Büyük Kağan II. Ahmed Han'a da Maveraünnehir, mülk olarak verildi. Fergana'nın bir kısmı zaptedilerek, Bulgar ile Balasagun arasında yaşayan, on bin çadırdan meydana gelen Türkler, 1043 senesi güzünde, topluca İslâmiyet'i kabul etti.
İslam dininin esaslarına bağlı bir hükümdar olan Süleyman Han, 1056'da kardeşi Ortak Kağan Buğra Han, Büyük Kağan Süleyman Han'la anlaşmazlığa düştü. Muhammed Han, Süleyman Han'ı hapsettirip, büyük kağanlığını ilan etti. On beş ay hükümdarlık yapan Muhammed Han, mevkiini büyük oğlu Hüseyin'e bıraktı.
Hüseyin Han'ı, kardeşi İbrahim tahttan indirtip, 1057'de Büyük Kağan oldu. İbrahim Han, 1059'da, hânedandan Yınal Tegin tarafından öldürülünce, Tuğrul Kara Han unvanlı Mahmud bin Yusuf başa geçti. Mahmud Han (1059-1074, Ortak Kağan Tabgaç Buğra Kara Han ve Hasan bin Süleyman, kaybedilen toprakları geri almak için harekete geçtiler. 1068 yılında iki taraf arasında yapılan antlaşma ile, Seyhun hudut kesilerek, Fergana, Doğu Karahanlılara bırakıldı. 1074'te Mahmud Han'ın yerine, oğlu Ömer geçti ise de, ancak iki ay hükümdarlık yapabildi. Büyük Kağan olan Buğra Han Hasan bin Süleyman (1074-1103) devrinin ilk yıllarında; Buke Budraç kumandasındaki Yabaku ve Basmılların da aynı safta olduğu yedi yüz bin düşmana karşı, Ömer bin Mahmud kumandasındaki kırk bin Müslüman askeriyle, büyük bir zafer kazanıldı.
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah (1072-1092), 1082'de Maveraünnehir'i zaptedip Özkent'e gelince, Doğu Karahanlı hükümdarı Hasan Han, onun hakimiyetini tanıdı. Hasan Han'dan sonra oğlu Ahmed (1103-1128), hükümdar olup, Abbasî Halifeliği ile münasebetlerde bulundu. Halife Mustahzırbillâh (1094-1118), Ahmed Han'ın istediği beratı verip, ona "Nûruddevle" demiştir. 1128'de Karahıtayları, Kaşgar kenti yakınlarında mağlup eden Ahmed Han, onların batıya doğru ilerlemelerini durdurdu.
Ahmed Han'dan sonra 1128'de hükümdar olan oğlu İbrahim, Karahıtaylardan yardım alarak, rakiplerini yendi. Karahıtaylar, II. İbrahim Han (1128-1158) devrinde Balasagun'u zaptedince, merkez, Kaşgar'a taşındı. Karahıtaylar, kendilerine isyan eden Karluklar'ın üzerine onu gönderdi. 1158'de de, öldürülen II. İbrahim Han'ın yerine oğlu Arslan Han ünvanlı Muhammed ve sonra da torunu Ebü'l-Muzaffer Yusuf geçti. Yusuf Han, 1205'te vefat ettiği sırada, oğlu Ebü'l-Feth Muhammed, Karahıtaylı Kür Han'ın yanında rehin bulunuyordu. Nayman Devleti kurucusu Küçlük tarafından 1207'de kurtarılan Ebü'l-Feth Muhammed, daha sonra Kaşgar'a gönderildi. Ancak, Kaşgar'a varmadan, şehirdeki beyler tarafından yolda öldürüldü (1211). Bu durum, Küçlük'ün, Karahanlı merkezini işgal edip, katliâm yaptırmasına sebep oldu.
Hânedanlık içi mücadele neticesinde bölünen Doğu Karahanlılar, Moğol Naymanlarca işgal edilerek, hakimiyetlerine son verildi. Böylece Türk milletine ve İslâm'a büyük hizmetleri olan Doğu Karahanlılar Devleti ortadan kalktı.
KOLEZYUM
İtalya'nın başkenti Roma'da bulunan Flavianus Amfitiyatro olarak da bilinen Kolezyum bir arenadır. Usta bir komutan olan Vespasianus tarafından MS 72 yılında yapımına başlandı ve M.S. 80 yılında Titus döneminde tamamlandı. Daha sonraki değişiklikler Domitian hükümdarlığı zamanında yapılmıştır.
İmparatorlar burada Roma halkını eğlendirmek için ve biraz da kendi eğlenceleri için gladyatör dövüşleri düzenlerdi. Bunlardan başka pek çok halk gösterileri, taklit deniz savaşları, hayvan avcılığı, infazlar, meşhur savaşların yeniden canlandırılması, klasik mitolojiye dayanan dramalar olurdu. Kolezyum daha sonra barınma yeri, iş dükkânları, dini kışlalar, istiham, taş ocağı, Hıristiyan türbesi olarak çeşitli amaçlarla kullanıldı. Asıl adı Arena iken, sonradan, girişteki heykelin adını aldı. 7 Temmuz 2007 tarihinde, Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri seçildi.
Günümüzde depremden dolayı harap vaziyette olmasına ve taşlarının çalınmasına rağmen Kolezyum, Roma İmparatorluğu'nun uzun zamandan beri ikonik sembolü olarak görülür. Bugün modern Roma'nın en çok turist çeken yerlerinden biridir.
Ayrıca Roma Katolik Kilisesi ile yakın bağlantıya sahiptir. Paskalya öncesi Cuma günü Papa amfitiyatroda fener alayı düzenler.
Kolezyum'un resmi de İtalya'da basılan 5 sent/euro bozuk parasının arkasına basılmıştır.
BÜYÜK İSKENDER'İN GENÇLİĞİ VE TAHTA ÇIKIŞI
Pers İmparatorluğu'nu yıkarak Persepolis'i alır. Zor kazanılan savaşların sonucunda, Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Eski Yunan uygarlığının Doğu'ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür. II. Filip ile Epeiros (Epir) kralı Neoptolemos'un kızı Olimpias'ın oğlu olan İskender, 13-16 yaşlarında Aristo'dan aldığı derslerin etkisiyle felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu. Babası II. Filip'in Byzantion'a saldırdığı MÖ 340'ta Makedonya'yı yönetti ve bir Trak kabilesini yendi, iki yıl sonra II. Filip'in Yunanlılara karşı kazandığı Kaironeya Çarpışması'nda ordunun sol kanadını komuta etti.
II. Filip'in öldürülmesinin (MÖ 336) ardından komutanlarca kral ilan edildi. Öncelikle bütün olası hasım ve rakiplerini öldürttü. Babasının sağlığında Asya seferini gerçekleştirmek üzere oluşturulan, Korintos'taki Helen Birliği sinhedrion'da (meclis) bu birliğin hegemonu ve başkomutanı seçildi. Delphoi üzerinden Makedonya'ya dönerken MÖ 335 ilkbaharında Trakya'ya girdi. Şipka Geçidini aşarak Triballileri (Triballoi) ezdikten sonra Tuna'nın öbür yakasına geçerek Getaları dağıttı. Ardından batıya dönerek Makedonya'yı istila etmiş olan İliryalıları yendi. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler üzerine Atina'da ayaklanma patlak verdi. Bu ayaklanmanın ardında hem yeni Pers kralı III. Darius'ün mali desteği, hem de Demostenes'in çabaları yatıyordu. Askerlerini günde 30 km gibi o çağa göre çok yüksek bir hızla ilerleterek Yunanistan'a giren İskender, tapınaklar ve şair Pindaros'un evi dışında bütün Tebai'yi yerle bir etti. Yaklaşık 6 bin kişinin öldürüldüğü, sağ kalanların köle olarak satıldığı bu sindirme hareketi sonunda Sparta dışındaki bütün Yunan Devletleri Makedonya üstünlüğüne boyun eğdi.
MISIR MİTOLOJİSİ ÖLÜM VE MUMYALAMA
Antik Mısır'da çok kompleks ve gelişmiş bir ahiret inancı ile birlikte ölü bedeni ve ruhu huzurlu bir ahiret hayatına hazırlamak için yapılan birçok ayin ve uygulama vardı. Ruh ve ahirete dair inanç özellikle vücudun korunmasında yoğunlaşmıştı. Buna göre tahnit ve mumyalama, kişinin kişiliğini ve kimliğini ahirette koruyabilmesi için uygulanmaktaydı.
Mumyalama işlemi ölüyü öbür dünyadaki yaşamına hazırlamak için yapılan bir dizi törenden sadece başlangıç olanıdır.Bu işlem insanların yanı sıra boğa,timsah,kedi gibi hayvanlar içinde yapılmaktaydı.Arapça ve Farsça'da "Mumiya" doğada bulunan katran ve bunun karışımlarına denilir,ilaç olarak da kullanılırdı.Gerçekte ölünün bedenini konserve edercesine korumak için yapılan "Tahnit" işleminde katranın kullanılması,onu mumya ile eş anlamlı yapmıştır.
Mumyalama işlevi şöyle gerçekleştirilirdi:
Önce ölü yıkanir. Burnundan sokulan aletlerle beyin boşaltılır.
Göz ve ağız boşukları,yağlı keten tamponlarla doldurulup göz kapakları kapatılırdı.
Rahip habeş denilen keskin bir opsidyenle vücudun sol tarafını açarak,içindekileri tamamen boşaltır ve bunları "Kanopik" denilen çömlek ve vazoların içine koyardı.Boşalan karın kısmı ve kadınların göğüs içleri,hurma şarabı ve kokulu bitkilerle temizlendikten sonra, reçine, tarçın,soğan ve kokulu mir ile karıştırılmış ağaç talaşı,yerleştirilirdi.
Açılan yerler dikildikten sonra Mısırlılar'ın "Net-jeryt" denilen ve kahire yakınlarındaki bir vadide bulunan "Natron" tozu sodyum karbonat veya Sodyum Klorit (tuz) ile karıştırılan madde içinde 40 veya 70 gün (soylular için 272gün) bekletilirdi.Böylece vücuttaki nem absorbe edilir,organik yapı antiseptik korumaya alınırdı. Bir çeşit insan salamurası olan bu işlemin sonunda eller göğüste veya karın üzerinde birleştirilerek vücut yatar durumuna getirilir ve kurutulurdu.
Son dönemlerdeki inanca göre, ölünün ruhu Duat'taki bir mahkeme salonuna Anubis (mumyalama tanrısı) tarafından götürülür ve ölünün kalbi, ki kalbin kişinin ahlaki durumunun kayıdı olduğuna inanılırdı, Ma'at'ı (Hakikat ve Adalet) temsil eden bir tek tüye karşı tartılır. Eğer sonuç olumlu ise, ruh Osiris tarafından Aaru'ya götürülür, yok eğer sonuç olumsuzsa iblis Ammit (Kalp Yiyici) - yarı timsah, yarı aslan ve yarı hippopotam - tartılmış olan kalbi yer (ve böylece yok eder) ve ruh Duat'ta kalmaya mahkûm edilir
SELENE
Yunan mitolojisindeki ay tanrıçası. Hyperion ve Theia isimli titanların kızıdır.
Bir ay tanrıçası her zaman büyük bir görev ve öneme saiptir. Eğer ismi Yunanca kökenli ise, büyük ihtimalle "ışık" anlamındaki selas ile ilişkili olmalıdır (Kerenyi s. 197). Zamanla Selene'nin yeri Artemis tarafından alınmıştır, bu nedenle bazı yazarlar onu Artemis gibi tanımlamış ve tasvir etmişlerdir. Hatta bu nedenle Zeus veya Pallas'ın kızı olarak tanımlandığı da olmuştur.
Geleneksel ilahi soyağacına göre Helios, yani güneş, onun erkek kardeşiydi. Helios gökyüzündeki yolculuğunu bitirdiğinde, Selene kendi yolculuğuna başlardı. Ayrıca Eos, gün doğumunun (şafak) tanrıçası, da onun kardeşiydi.
Sanat eserlerinde, Selene bir çift at veya öküz tarafından çekilen gümüş bir savaş arabasını süren, solgun yüzlü güzel bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Sıklıkla, başında bir yarım ay ve elinde bir meşale ile bir atı veya boğayı sürerken resmedilmiştir.
Ayrıca bir efsaneye göre Selene Pandoradan son çıkan şeyi yani umudu korumakla görevliydi. Kendisine yardımcı olarak dünyadan kızlar seçerdi. Bu kızlar, insanları dünyadaki kötülüklerden korumaya ve uzak tutmaya çalışırlardı.
İASON
Yunanistan’da Yason (İason)’un başkanlığında kahramanlar bir araya gelirler ve “Altın Post”u ele geçirmek için Kolhis'e gitmeye karar verirler. Argonotlar, “Argo” (bu geminin adından dolayı onlara Argonot denmiştir) adlı bir gemi yaparlar ve Kolhida'ya doğru yola çıkarlar. Uzun ve çok zor bir yolculuktan sonra Aiet’in güçlü ve zengin krallığına varırlar. Kral, Yunanlı kahramanları saygıyla karşılar ve gelmelerinin nedenini öğrenir. Aiet, İaosun’un şartlarını yerine getirmesi halinde “Altın Post”u Yunanlılara vermeye karar verir. İason önce ateş püskürten öküzlere boyun eğdirecek, başlarına boyunduruk geçirecek ve büyük bir tarlayı sürecektir. Sonra İason’un ejderhayı öldürmesi ve onun dişlerini toprağa ekmesi gerekir. Bu dişlerden savaşçılar çıkmaktadır. İason’un bu savaşçılarla savaşması ve onları yenmesi gerekir. Yunanlılar ancak bundan sonra “Altın Post”u alabileceklerdir. Bu şartları, Aiet’in dışında kimsenin yerine getirmesi mümkün değildir. Bundan dolayı kral İason’un öleceğinden emindir. Kralın kızı Medea’nın yardımı olmasa, Yunanlıların liderinin, Aiet’in şartlarını yerine getiremeyeceği açıktır. Kralın kızı, ilk görüşte İason’a âşık olmuş ve ona yardım etmeye karar vermiştir. Medea bir büyücüdür. Onun yardımıyla İason kralın şartlarını kolayca yerine getirir ve Aiet’den “Altın Post”u ister. Kral, Yunanlılara kimin yardım ettiğini hemen anlar ve “Altın Post”u vermeyeceğini açıklar. Bunun üzerine İason, postu ele geçirmeye karar verir. Ne var ki Medea’nın yardımı olmadan bunu gerçekleştirmesi olanaksızdır. Kralın kızı, postu bekleyen korkunç ejderhayı uyutur ve Yunanlılar “Altın Post”u ele geçirmeyi başarırlar. Hızla gemilerine binerler ve ülkeleri Yunanistan’a doğru yola çıkarlar. Medea da İason’la birlikte gider. Aiet, postun götürüldüğünü ve kızının kaçtığını öğrenir öğrenmez, hemen ordusunu toplar ve Yunanlıların peşine salar.Askerler İason'un ordusunu yakalar, ama bu orduya önderlik eden kişi, Medea'nın abisidir.Bu nedenle Medea İason'un onu kaçırdığını söyleyerek kollarına atılır ağabeyinin.Abisi onu kabul eder, Medea İason'a olan aşkı nedeniyle ağabeyini bıçaklar ve denize atar.
Ordusu gerekli töreni düzenlemek için Medea'nın ağabeyini ararken İason ve Medea kaçar.Bu nedenle askerler “Altın Post”u geri almayı başaramazlar.
İason karaya varır varmaz, kralın kızıyla evlenmeye razı olur. İason postu bir ağaç dalına asar ve bu post topraklara bereket getirir. Medea, İason onu terk edince çılgına döner ve kendi çocuklarını öldürür. sonrasında da saraya gizlice girip İason'ın karısını zehirler.


İason'un geldiği yer Ordu'daki Yason burnu denilen yerdir. Orada Yason kilisesi de vardir. Bu kilise, 1868`de yörede yaşayan Rumlar tarafından yaptırılmış olup, mimarisi gayet özelliklidir. Yason burnu, esasen çok eski bir yerleşim yeridir. M.S. III. yüz yılda Hıristiyanlar, Giresun`da İsa’nın doğumunu kutladıktan sonra buraya gelerek 'Işıklar Bayramına' katılırlarmış.
BÜYÜK KİROS'UN SAKALARLA SAVAŞI
Pers kralı Büyük Kiros ise hiç durmadan Saka topraklarına akın düzenlemiştir. Persler, Saka topraklarına girdiği vakit yakılmış tarlalardan başka bir şey bulamıyorlardı. Çünkü Sakalar, geri çekiliyor ve savaş için uygun bir mevzî ve an bekliyorlar, bu olmadığı takdirde de savaşa girişmiyorlardı. Sakaları kovalamaktan bıkan Büyük Kiros, İran'a geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir süre sonra kendisine tâbî olması ve kendisiyle evlenmeyi kabul ettiği takdirde Tomris Hatun ile uğraşmayacağını vaad etti. Tomris Hatun, bunun bir oyun olduğunu biliyordu ve teklifi reddetti.
Buna kızan Büyük Kiros, büyük bir ordu toplayarak tekrar Saka topraklarına girer. (Bu orduda savaş için eğitilmiş yüzlerce köpek de vardır.) Tomris Hatun, artık kaçmanın yarar sağlamayacağını anlayıp uygun bir alan seçerek Büyük Kiros'un ordusunu beklemeye başlar. İki ordu, aralarında birkaç kilometre kalacak bir biçimde mevzilenir. Güneş battığı için savaşa tutuşmazlar. Ancak gece Büyük Kiros bir hile düşünür, iki ordunun arasında bir çadır kurdurup içine güzel kızlar, yiyecekler ve şarap koydurur. Çadıra ansızın saldırı düzenleyen Tomris Hatun'un oğlu ve beraberindeki kuvvetler, içerideki birkaç Persliyi öldürüp eğlenceye dalmışlardır. Ancak birkaç saat sonra bir baskın düzenleyen Pers kuvvetleri, çadırı basıp Tomris Hatun'un oğlu da olmak üzere içerideki Sakaları öldürürler. Tomris, çok sevdiği oğlunun ölümüne üzülür. Yemin ederek "Kana susamış Kurus.... Sen oğlumu mertlikle değil, o içtikçe zıvanadan çıktığı şarapla öldürdün. Ama Güneş'e yemin ederim ki seni kanla doyuracağım" der.
Ertesi gün yapılan savaşı Sakalar kazanır. Ok atmakta usta olan ve savaş arabalarını büyük ustalıkla kullanan Sakalar, savaş köpeklerine rağmen Persleri bozguna uğratır. Ölenler arasında Pers kralı Büyük Kiros da vardır.
Tomris Hatun sözünde durur ve Büyük Kiros'un kesik başını kan dolu bir tulumun içine atar ve "Hayatında kan içmeye doymamıştın, şimdi seni kanla doyuruyorum!" der.
Büyük Kiros'un Kur'an-ı Kerîm'de geçen Zülkarneyn olabileceğini öne sürenler vardır.

27 Mart 2014 Perşembe

ANA KRALİÇE ELİZABETH BOWES LYON
(d. 4 Ağustos 1900 - ö. 30 Mart 2002), II. Elizabeth`in annesi, VI. George`un da eşidir. 11 Aralık 1936 ile 6 Şubat 1952 yılları arası 15 Yıl 8 Ay 26 Gün eşinin hükümdarlığı dönemimde Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı Kraliçeliği, 1947 yılına kadar Hindistan İmparatoriçeliği yapmış, eşinin ölümü üzerine hükümdar olan büyük kızı II. Elizabeth 'in taç giymesinden ölene kadar Ana Kraliçe unvanı taşımış bir İngiliz Aristokratıdır.Kral V. George döneminde Kralın ikinci büyük oğlu olan York Dükü, Prens Albert ile 26 Nisan 1923 tarihinde evlenmiş evlilikten sonra 2 kızı dünyaya geldi. York Düşesi unvanı taşıyan Elizabeth, VIII. Edward'in tahttan feragat etmesi üzerine 6 Şubat 1936 İngiltere Kraliçesi olmuştur. Ölümünden kısa süre önce kızı Prenses Margaret'i kaybetmiştir. Elizabeth Bowes Lyon 30 Mart 2002 tarihinde uykusunda vefat etti.
AHMET CEVDET PAŞA'NIN PAŞALIĞI
Ahmet Cevdet Paşa, 1866’da Halep vilayetine vali tayin edildi. İki yıl süren valiliği sırasında “Fırat” adında bir gazete çıkardı, dergi yayımını uzun yıllar devam ettirdi.

1868’de yeni kurulan ve temyiz mahkemesi görevi yapacak olan “Divan-ı Ahkam-ı Adliye”'ye başkan tayin edildi. Bu vazifede adliye ve hukuk sistemini devrin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalıştı.
Ali Paşa, Fransız medeni kanununun tercüme edilerek Osmanlı Devletinde tatbik edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşı Ahmed Cevdet Paşa ve aynı düşüncede olanlar, İslam Hukukunun bir dalı olan Hanefi fıkhının sistematik hale getirilerek kanunlaştırılması fikrini müdafaa ediyorlardı. Bu ikinci yani, Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının fikirlerinin tatbiki için "Mecelle Cemiyeti" adıyla ilmi bir heyet toplandı. Başkanlığına Ahmet Cevdet Paşa’nın getirildiği bu meclis, Kur’an-ı Kerim'in hükümlerini kanun şekline sokup, bütün milletlerin kıymet verdiği Mecelle adındaki kitabı hazırladı.
Beşinci kitabın hazırlığı tamamlanırken Bursa’ya, sekizinci kitap hazırlanırken Maraş’a vali tayin edilen paşa, her iki görevden de birkaç gün sonra alınıp merkeze tayin edilmiş ve tekrar Mecelle Cemiyeti’nin başkanı yapılmıştı. Bu süre içinde Paşa, her türlü devlet işlerinin kendisine danışıldığı bir mercii durumuna geldi.1874 yılında Maarif Nazırlığına tayin edildi. Nazırlığı döneminde ilk tahsilden yüksek tahsile her seviyede ders programı yapıldı. Nuruosmaniye Camii avlusunda "ibtidâiyye" adıyla modern usüllerde eğitim veren bir ilkokul açıldı. Bu arada Ahmet Cevdet Paşa, okullarda okutulmak üzere kitaplar yazdı. Türkçe dilbilgisi kitabı olarak “Kavâid-i Türkî”, mantık dersleri için “Mi’yâr-ı Sedad”, edebiyatla ilgili olarak “Âdâb-ı Sedad” adlı eserlerini yazdı. En tanınmış eseri olan "Kısas-ı Enbiya" da bu dönemde kaleme alıp bastırdığı eserdir.
1874 yılında Yanya valiliği görevi ile merkezden ayrılan Paşa, yedi buçuk ay sonra yeniden İstanbul’a döndü ve Adiye Nazırı oldu. Ticaret mahkemelerini Adliye Nezaretine bağladı. Osmanlı kanunlarını toplayan “Düstur” ilk defa onun zamanında yayınlandı. Ayrıca hâkimlere yardımcı olacak bir eser olan “Ceride-i Mehâkim”(1874)'i yayınladı.
Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra hamisiz kalan paşa, Bulgar isyanları ile ilgilenmek üzere teftiş için Rumeli’ye gönderildi; Bulgarca bilmesi sayesinde görevinde çok başarılı oldu. Dönüşünde Adliye ve ardından Maarif Nazırlığı görevlerinde bulundu. Mecelle’nin on altıncı kitabı bu sırada tamamlandı (1876).
1878’de Suriye valisi yapılan paşa, Kozan’da Kozanoğlu Ahmet Paşa isyanını bastırınca İstanbul’a dönüp Ticaret ve Ziraat Nazırı oldu. Küçük Mehmet Sait Paşa başvekil olduğunda yeniden Adliye Nezareti’ne getirildi; gayretleriyle 1880’de açılan Mekteb-i Hukuk’ta ders verdi.
1881’de kurulan ve Abdülaziz’in ölümünden sorumlu görülenleri yargılayan Yıldız mahkemesi'nde Adliye Nazırı sıfatı ile bulundu.
1882’de Adliye Nazırlığından ayrılan Ahmet Cevdet Paşa, üç buçuk yıl devlet memurluğundan uzak kaldı ve eserlerini tamamlamakla meşgul oldu. 1886’da tekrar Adliye Nazırı yapıldı ve bu görevi dört yıl sürdürdü.
Ahmet Cevdet Paşa, hayatının geri kalanın çocuklarına ve bilimsel çalışmalarına ayırdı. 26 Mayıs 1895’te Bebek’teki yalısında vefat etti. Naaşı, Fatih Camii bahçesine defnedildi.
FEHİME SULTAN
Osmanlı Sultanı V. Murad’ın kızı.
1875'te Dolmabahçe Sarayı'nda dünyaya geldi. Osmanlı Sultanı V. Murad ile eşlerinden Meyliservet Haseki Kadın Efendi'nin kızıdır.
Babasının tahta indirilmesinden sonra tüm aile ile birlikte Çırağan Sarayı'nda göz hapsinde tutuldu. Babasının nezaretinde iyi bir eğitim aldı. Piyano çalmayı öğrendi, marşlar besteledi.
26 yaşında iken II. Abdülhamit tarafından bir daha Çırağan'a dönmeme koşulu ile ablası Hatice Sultan ile birlikte Yıldız Sarayı'na aldırıldı.
12 Eylül 1901'de Yıldız Sarayı'nda Ali Galip Paşa ile evlendi. Çift, Sultan Abdülhamit'in düğün hediyesi olan yalıda yaşadı. Bu evlilik, 1908’de boşanma ile sonlandı. Fehime Sultan, ilk evliliği sırasında tanışıp aşık olduğu Mahmut Behçet Paşa ile evlendi ve Cumhuriyet'in ilanı’na kadar yalısında yeni eşi ile birlikte yaşadı.. İstanbul'un işgali üzerine sonra kurulan gizli direniş örgütlerine katıldı.
1924'te Halifeliğin kaldırılmasından sonra Fransa'nın Nice kentine sürgüne giti. Eşi İstanbul'da sattıkları mülklerin parasını da alarak kendisini terkedince yalnız ve parasız kalan Sultanın bakımını cariyesi üstlendi. 15 Eylül 1929'da veremden hayatını kaybetti.
Mezarı Şam’da, Yavuz Sultan Selim Camii’ndeki Osmanlı hanedanı kabristanındadır.

24 Mart 2014 Pazartesi

MUHAMMED ŞEYBANİ HAN
Şah Budak'ın oğluydu. 1468'de, ölen dedesi Ebülhayr'ın yerini alan babası Şah Budak Kazaklar (veya Moğollar) tarafından öldürüldü. Etrafında küçük bir kuvvet kalan Şeybani Han, babasının öcünü almak için Kazaklarla Maveraünnehir'de çeşitli savaşlara girişti; yenilerek önce Buhara'ya, sonra Semerkand'a kaçtı. Topladığı kuvvetlerle yeniden Kazaklar'ın üstüne yürüdü, bu kez de yenilerek Harizm'e sığındı. Ölen Çağatay hanı Yunus'un taht için mücadele eden oğullarından Mahmud Han'ın hizmetine girdi (1488). Hizmetlerine karşılık Türkistan kentini (Yesi) yurtluk olarak aldı. Timurluların iç çekişmelerinden yararlanarak Maveraünnehir'e egemen oldu (1495-1500) ve Semerkand'da hükümdarlığını ilan etti. Babür'ü bir ara ele geçirdiği Semerkand'dan çıkardı. Eski koruyucusu Mahmud Hanı'ı, Fergana'da yendi, Taşkent ve Şahruye'ye elkoydu (1502/03). 1505'te Harizm'i, 1507'de Timurlu hükümdarı Hüseyin Baykara'nın ölümünden sonra Herat'ı alarak tüm Horasan'ı ele geçirdi.
Batı Türkistan, Maveraünnehir, Fergana ve Horasan'ın egemeni olarak Özbekler'i Orta Asya'nın en büyük gücü haline getiren Şeybani Han, böylece İran'daki Safevi Şahı I. İsmail'in (Şah İsmail) rakibi durumuna geldi. Şeybanî Han ile Şah İsmail arasındaki anlaşmazlık, kendi ülkelerinde birliği sağlayan ve bağımsız bir devlet kuran bu iki padişahın aynı zaman diliminde Horasan bölgesine yönelmesi ve burayı tasarrufları altına almak istemeleriyle başladı.
Her iki padişahın ülke sınırlarını genişletme politikası ve bu yönde cereyan eden siyasi gelişmeler, tarafları 1508 yılında karşı karşıya getirdi. Sultanlar önce birbirlerini uyarmak ve bir takım isteklerini dile getirmek üzere mektuplar kaleme aldılar. Bu resmi yazışmalardaki temel konu Horasan'ın aidiyeti ile ilgiliydi. Dile getirilen diğer mesele ise tarafların dini inançları hususundaki farklılıklarına dayanmaktaydı. Bölgedeki Sünnilerin önderi olarak ortaya çıkan Şeybani Han'ın, Şii Şah İsmail'ı İslamdan uzaklaşmakla suçlaması çatışmaların başlamasına zemin hazırladı.
Sonunda 2 Aralık 1510 tarihinde gerçekeleşen Merv Savaşı'nda İsmail tarafından pusuya düşürüldü. Ordusunun sayısal üstünlüğüne karşın, bozguna uğradı ve kaçmaya çalışırken öldürüldü veya savaşta aldığı yaraların etkisiyle öldü.
Sert yaradılışlı hatta zalim olduğu halde güzel sanatlarla da yakından ilgiliydi. Şeybani Han sarayında şairleri, sanatçıları ve bilginleri korumuş, kendisi de Çağatayca ve Farsça şiirler yazmıştır. Ahmet Yesevi yolunda hece vezniyle dörtlüklerden oluşan tasavvufi şiirleri vardır. Gazellerinde geleneğe uygun olarak içkili eğlenceleri, aşkı konu edinmiş, bu arada Buhara, Türkistan, Semerkand gibi Türk kentlerinin güzelliklerini dile getirmiştir. Divan'ında Bahr ül-Hüda adlı dinsel-ahlaksal bir mesnevi de yer alır. Fıkıhla ilgili düzyazı bir yapıtı bulunmaktadır.
Muhammed Salih Şeybaniname (1904) adlı yapıtında Şeybani Han'ın askeri zaferlerini anlatmıştır.
TİMUR'UN YEDİ YILLIK SEFERİ
Timur’un 1399 yılında tekrar harekete geçmesinin nedeni, Azerbaycan tarafından özellikle Mîrânşâh ile ilgili pek hoş olmayan haberler alması idi. Horasan valiliğinden sonra 1393 yılında Hülagü Han tahtına tayin edilen ve Azerbaycan ve ona bağlı yerlerin idaresine getirilen Mîrânşâh, Hind seferine katılmamıştı. O, 1395–1396 yılı sonbaharında Hoy civarında attan düşmüş, fiziksel olarak sağlığına kavuştuysa da garip davranışlarda bulunmaya başlamıştı. Bu attan düşme hadisesinden sonra doktorların bütün çabasına rağmen, fiziksel olarak iyileşti ise de, tam olarak sıhhatine kavuşamamıştı. İran ve Azerbaycan'da idarede gevşekliğin baş gösterdiğine, devlet malının çarçur edildiğine dair haberler de gelmekte idi.
Bu durum üzerine Timur Hind seferinden dönüşünden 4 ay geçmiş olmasına rağmen yeni bir sefere çıktı. Yedi Yıllık Sefer diye isimlendirilse de bu seferin süresi 5 yıldır ve Timur'un en büyük seferidir. Mîrânşâh’ın kendisine bırakılan edilen bölgede asayişi sağlayamamasının Timur’un bu son Ön Asya seferinin sebebini oluşturduğu bütün kaynakların ortak görüşüdür. Ancak Timur’un özellikle Toktamış’ı yendikten sonra Samur Irmağı kıyısından Yıldırım Bayezid’e mektup yazdığı zaman, "Çerkez oğlancığı" diye andığı Berkuk’un ve Çerkes oğlancığı ile dostluk halinde buLunan "Sivas kadıcığı" diye andığı Kadı Burhaneddin'e haddini bildirmekten söz etmişti. Hatta Bayezid’e tekrar geleceğini bildiriyordu. Mîrânşâh meselesi yüzünden belki bu geliş biraz hızlanmıştı. Kafkasların güneyindeki Gürcü ve Ermenilerin etrafa saldırdıkları, Mîrânşâh’ın idaredeki zaafı ve garip davranışları haberi gelince Timur hemen bölgeye yöneldi. 1399–1400 yılı kışını Karabağ’da geçiren Timur bu esnada Azerbaycan, Gürcistan ve Irak'ta bazı sindirme faaliyetlerinde bulunarak Bingöl'e geldi. Artık Suriye ve Anadolu’yu ele geçirmek için ciddî bir engel kalmamıştı.
FRANSIZ EGEMENLİĞİNDE İTALYA
18. yüzyılın son yıllarında İtalya I. Napolyon tarafından işgal edilerek Fransız etkisi altına girdi. 1789 yılında ihtilal patlak verdiği zaman, İtalya’daki siyasi durum şöyleydi; Sardinya Krallığı, Milano Dükalığı, Cenova Cumhuriyeti, Venedik Cumhuriyeti, Toscana Grandükalığı, Papalık(Roma’da) ve Napoli-Sicilya Krallıkları varlık gösteriyordu. Bu devletlerin bazılarının başında ise, yabancı hanedanlar hüküm sürmekteydi.İtalya, direktörler döneminde Fransız orduları tarafından işgal edildiği zaman; Avusturya ve Prusya’nın bu devlete karşı başlattıkları savaşa, krallıkla yönetilen iki İtalyan devleti de(Sardinya ve Napoli) müttefik olarak katılmıştı. Direktörler yönetimi, Napolyon’a batıl inançlar ocağını söndürmek ve İtalya’yı canlandırmak için Papa’nın siyasal gücünü ortadan kaldırmasını emretmişti. Bu şekilde amaçlarının sadece Avusturya’yı yenerek, bu devleti barış yapmaya zorlamak değil; papalığın Hıristiyan nüfuz üzerindeki etkinliğini yok etmek olduğu açıklanmıştı.
Napolyon’un emrindeki ordular, 1796’da İtalya’ya girerek iki yıl içinde yarımadayı hem işgal etti; hem de Avusturya’yı barış yapmaya zorladı. Milano topraklarını işgal eden Napolyon, ardından Roma’ya yöneldi. Papa'yı ağır bir tazminat ödemeye mahkum ettikten sonra bu kez de kuzeye, Alpleri aşarak Avusturya’ya girdi. Yine durmadı ve son bir hamleyle 12 Mayıs 1797 tarihinde Venedik'i de işgal etti.Anavatanın tehlikeye düştüğünü gören Avusturya, 18 Ekim 1797 tarihinde Napolyon ile "Compo Formio" antlaşmasını imzaladı.İmzalanan bu antlaşma ile Avusturya, savaşlardan çekildiğini duyuruyordu.
Venedik ve civarları Avusturya’da kalırken, Dalmaçya kıyıları Fransa’ya bağlandı. Ayrıca İonien adaları da Fransa’ya verildi. Artık İtalya’ya iyice yerleşen Fransa genişlettiği hakimiyet alanlarıyla Osmanlı Devleti’ne komşu olmuştu.
1796-1814 yılları arasında İtalya’daki etkinliğini sürdüren Fransa egemenliği, siyasi açıdan iki döneme ayrılır:
Birinci evrede Napolyon, yarımada üstünde yıkılan eski devletçikler yerine; yeni bazı cumhuriyetler kurmuştur. İkinci evrede ise kurduğu bu cumhuriyetleri krallıklara çevirerek asıl amacını gerçekleştirmiştir.
Fransız İhtilali ve bunun ortaya çıkardığı Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi’nde ifade edilenlerin farkında olan ve bunları benimseyen İtalyan özgürlükçüleri, ilk etapta Napolyon ve ordusunu büyük bir sevinçle karşılamıştı. Çünkü bundan sonra bağımsız ve aynı zamanda birleşik bir İtalya’nın kurulacağını düşünüyorlardı. Fakat Napolyon’un niyeti hiç de böyle değildi. Napolyon, düzeni sadece isim üzerinde değiştirmekle yetindi.Eski krallık ya da dukalıkların yeni adı cumhuriyet oldu. İşgalin başlarında yarımada da Fransa’ya bağlı iki cumhuriyet kurulmuştu. Bunlar Milano’da Cisalpina ve Cenova’daki Liguria Cumhuriyetleri idi. Bundan sonraki birbirini izleyen yıllarda cumhuriyetler, krallıkların yerini teker teker doldurdu. Fakat bütün bunlara rağmen bu cumhuriyetler, Napolyon’un imparator olmasıyla adlarını ve niteliklerini kaybetmişlerdir. 26 Mayıs 1805’te Napolyon İtalya Krallığı tacını giydiğinde, yarımadada üç krallık kurmuştu:
  1. Tyrhenienne Krallığı,
  2. İtalya Krallığı,
  3. Napoli Krallığı.
İleriki yıllarda Napolyon’un düşüşüyle bu krallıklar da sona ermiştir. Napolyon’un üvey oğlu olan Eugene’den sonra İtalya kralı olan Prens Beauharnais ise, konumunu koruyabilmek için Avusturya ile ateşkes imzalamak zorunda kalmıştır. Fakat halkın isyan neticesinde İtalya’dan kaçmaya mecbur olmuştur.
Böylece sahipsiz kalan Venedik ve Milano bölgeleri Avusturya’nın egemenliği altına girmiştir. Artık Fransız işgalinden kurtulmuş olan İtalya, 1815 senesinde yapılan Viyana Kongresi’nden istediklerini alamadı.

BÜKREŞ ANTLAŞMASI 1812
28 Mayıs 1812 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu arasında bugünkü Romanya'nın Bükreş şehrinde imzalanmış bir barış antlaşmasıdır. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nı sona erdirmiştir.
Sultan II. Mahmut, 1808 yılında tahta geçtiğinde, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğu arasında 1806 yılında başlamış olan savaş devam etmekteydi. Birleşik Krallık ile 1809'da yapılan antlaşma sonucu Rusya İmparatorluğu ile savaşa devam kararı alındı. Rusya İmparatorluğu'nun Fransa ile olan sorunları, Osmanlı İmparatorluğu ordularının yıllarca süren savaştan yorgun düşmesi yüzünden iki devlet de 1812 yılında barış imzalamaya mecbur kaldılar.
28 Mayıs 1812 tarihinde imzalanan Bükreş Antlaşmasının bazı şartları şunlardı:
  1. Rusya, Eflak ve Boğdan'dan çekilecek, Besarabya bölgesi ise Ruslara bırakılacak.
  2. Osmanlılar Bosna ve Eflak'dan 2 yıl vergi almayacak.
  3. Sırplar kendi içlerinde serbest kalacak.
  4. Tuna nehrinde hem Osmanlı hem de Rus gemileri serbestçe dolaşabilecek. Prut ve Tuna nehirlerinin sol sahilleri iki ülke arasında sınır kabul edilecek.
  5. Anapa kalesi ile birlikte, kuzeyde Kuban Irmağı ağzından güneyde Bzıb Irmağı ağzına değin uzanan Karadeniz kıyı kontrolu Osmanlılara, Bzıb Irmağından güneydeki Rion Irmağına değin Karadeniz kıyılarının kontrolü de Ruslara bırakıldı.
Antlaşma Rus tarafında kumandan Mihail Kutuzov tarafından imzalandı ve Fransa İmparatoru I. Napolyon'un Rusya'ya saldırmasından 1 gün önce Rus çarı I. Aleksandr tarafından onaylandı.
YUGOSLAVYA KRALLIĞININ OLUŞUMU
I. Dünya Savaşı'nın önemli bir cephesi de Güney Slavlarının siyasi birlik yönünde attığı adımlar oldu. Daha savaşın başlarında Sırp, Hırvat ve Sloven kökenli politikacı ve aydınların bu amaçla Londra'da kurduğu Yugoslav Komitesi, yeni ve birleşik bir devleti savunan çevrelerin sözcüsü durumuna geldi. Yugoslav Komitesi ile sürgündeki Sırp hükümeti temsilcilerinin Temmuz 1917'de imzaladığı Korfu Bildirisi'yle bu program ilk kez somut bir biçim kazandı. Bildiri temelde farklı ulusal ve dinsel toplulukların eşit haklarla yer alacağı, demokratik ilkelere dayalı bir anayasal monarşi kurulmasını öngörüyordu. Bu gelişme Habsburg (Avusturya) yönetimi altında olan Hırvatlar ve Slovenler arasında bağımsızlık mücadelesini de güçlendirdi. Aynı yıl örgütlenen Yugoslav Ulusal Konseyi açıkça Güney Slavları birliğini savunmaya başladı. Yugoslav Komitesi'nin önemli bir başarısı da savaşa girmek için İtilaf Devletleri'nden Slovenya ve Dalmaçya'nın bir bölümünü topraklarına katma sözü almış olan İtalya ile belirli bir uzlaşma sağlaması oldu.
Habsburg monarşisinin çöküşe doğru gitmesi Güney Slav milliyetçiliğine yeni bir hız kazandırdı. Bir dizi ayaklanmaya sahne olan Hırvatistan, Sabor'un Ekim 1918'de aldığı kararla Macaristan'a bağımlılığa resmen son verdi. Bu sırada Dalmaçya'daki İtalya ilerlemesi sürdüğünden, Güney Slav halkları düzenli orduya dayanan Sırbistan'ın çevresinde kenetlendi. Kasım 1918'de Cenevre'de bir araya gelen Yugoslav Komitesi, Yugoslav Ulusal Konseyi ve Sırp partilerinin temsilcileri Karayorgiyeviç hanedanı altında birleşmeyi öngören bir plan hazırladı. Öte yandan Karadağ'da toplanan bir ulusal meclis de Sırbistan'a katılma kararı aldı.
Sırp naip prensi Aleksandar 1 Aralık 1918'de babası Petar'ın yönetiminde “Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı”'nın kurulduğunu açıkladı. İtalya'ya bazı toprakları bırakarak ve öteki komşularla bir dizi antlaşma imzalayarak sınırlarını çizen yeni krallığı, içeride savaşın yol açtığı büyük yıkımı giderme ve yönetim yapısını biçimlendirme gibi daha ağır sorunlar bekliyordu.
KARADAĞ PRENSİ I.NİKOLA
d. 7 Ekim 1841, Njeguşi, Karadağ - 2 Mart 1921, Antibes, Fransa), Karadağ prensi (1860-1910) ve kralı (1910-1918). Küçük Karadağ Prensliği'nin güçlü bir Avrupa devleti haline getirmiştir.
Paris ve Trieste'de öğrenim gördü. Öldürülen amcası Prens II. Danilo'nun erkek çocuğu olmadığı için onun yerine prens oldu. 1862 ve 1876'da Osmanlılara karşı savaştı. 1878'de Berlin Kongresi'nde alınan kararla Karadağ'ın bağımsızlığı tanındı ve ülke toprakları iki katına çıktı. Nikola, kızlarından birini daha sonra İtalya kralı olan III. Vittorio Emanuele, ötekini de sonradan Sırbistan tahtına çıkan Petar Karayorgiyeviç ile evlendirerek Avrupa'daki krallık hanedanlarıyla olan bağlarını güçlendirmeye çalıştı.
Baskıcı yönetimine karşı başlatılan muhalefetin gitgide güçlenmesi üzerine 1905'te bir anayasa ilan etmek zorunda kaldı. Ama yönetimine karşı duyulan hoşnutsuzlar sürdü ve 1907'de Cetinje'de kendisine karşı bombalı bir saldırı düzenlendi. 28 Ağustos 1910'da kendini kral ilan eden Nikola, yeni topraklar kazanmak amacıyla Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ederek 1912-13 Balkan Savaşları'nın çıkmasına yol açtı. Ama bu savaştan umduğu gibi geniş topraklar elde edemedi. I. Dünya Savaşı'nın başlarında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na karşı Sırbistan'ı destekledi. Ama yenilgiye uğrayınca Macaristan'la Sırbistan'dan ayrı bir barış antlaşması imzalayarak (Ocak 1916) İtalya'ya gitti. Avusturya-Macaristan'ı yenen Sırp ordusunun Karadağ'a girmesinden sonra ulusal meclis tarafından tahttan indirildi (26 Kasım 1918).
OSMANLI'NIN I.BALKAN HARBİNİ KAYBETME SEBEPLERİ
  • Trablusgarp Savaşı'nın çıkması (1911),
  • Balkanlar'da bir karışıklığın meydana gelmeyeceği fikriyle bölgeden, 200 taburluk (75,000 askerlik) bir kuvvetin terhis ettirilmesi,
  • Ordunun teçhizatının düşman güçlerden çok daha üstün olmasına rağmen birliklerin sabotaj ve baskınlara açık ileri mevkilerde mevzilendirilmesi,
  • Sırbistan'ın, Almanya'dan satın aldığı ağır silahların Selanik Limanı üzerinden geçirilmesine şaşırtıcı bir biçimde izin verilmiş olması ve dolayısıyla Balkan Devletleri'nin silahlanması hususunda kayıtsız kalınması,
  • Askerlikle politikanın, birbiri içine dahil edilmesi neticesinde İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubu subay ve generallerin, sırf siyasi görüş farklılıkları sebebiyle birbirine yardımdan yüz çevirmesi.
  • Çok kısa zaman zarfında;
    • Osmanlı İmparatorluğu yüzbinlerce asker ve yılların çabasıyla elde edilmiş binlerce top ile silah stoklarını kaybetti.
    • Savaş, çok sayıda Türk, Pomak, Arnavut ve diğer Müslümanların birçoğunun katline ve mecburen göçüne yol açtı. Balkanlar'daki nüfus dağılımı büyük ölçüde değişti.
    • Ordu tecrübesiz ve mesuliyet duygusundan uzak subaylarca idare edildiğinden Doğu ve Batı cephesi olarak iki tertipte savaşan Osmanlı Ordusu'nun ilk önce doğu kısmı Bulgarlar tarafından mağlup edilmiştir. Daha sonra Batı cephesiyle irtibatı kesilen Osmanlı Ordusu, Sırp ve Yunanlarla savaşan birliklerini de kaybetmiştir.
    • 1910'daki olaylar nedeniyle Arnavutlar, Osmanlı tarafında yer almamıştır.
    • İttihatçı askeri örgütlenme ve taraftarların beceriksizliği nedeniyle Trakya Türkleri ancak 45,000 civarında bir seferberlik çıkarabilmiştir.
    • Öte yandan savaşın kısa sürmesi Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu ve Arap Yarımadası'ndaki birliklerinin bölgeye nakledilmesine dahi fırsat tanımamıştır.[

    23 Mart 2014 Pazar

    TUĞRANIN YAPISI VE KULLANIMI
    Padişahın kendisi ve babasının isminin yazıldığı kısma, taht, kürsü veya sere adı verilir. Buradan sola doğru uzanarak aşağıdan yukarıya doğru uzayan ve iç içe iki kavisten meydana gelen kısma ise, beyze veya sancak adı verilir.
    1. Halk arasında sele de denilen, sözlük anlamı Açık duran baş parmağın ucundan işâret parmağının ucuna kadar olan uzaklık demek olan sere veya kürsü; tuğranın metin kısmıdır. Bunda pâdişâhın ve babasının adları ile Şah, Han, el-Muzaffer kelimeleri yazılıdır.
    2. Beyze: Bin ile Han kelimelerinin 'n' harflerinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavise denir. İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır. Dâimâ kelimesi bunun ortasındadır.
    3. Tuğ veya elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki çekmeye (üç elife) verilen addır. Bunların üzerine flama gibi çekilen kıvrıklara zülüf veya zülfe denmektedir.
    4. Tuğranın Kolları (Hançere veya kol): Beyzelerin devâmı olan ve el-Muzaffer kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi hâlinde uzanan kısma denir.
    Önceleri; ahidname, menşur, name-i hümâyun, mülknâme, ferman, vakfiye, berat vb. üzerine ve ortaya yazılan tuğra, sonraları; para, defter ve kâğıtların başına bir hanedan arması halinde bayraklarda, pullarda ve resmi yapılarda da kullanıldı.
    Tuğra, vesikalarda; tevki-i hümayun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misal-i meymun, alamet-i şerife, tuğra-i garra diye de isimlendirilmiştir.
    Tuğra çekene; tuğrai, tevkii, nişancı, tuğrakeş ve tuğranüvis de denilirdi.
    İTTİHAD-İ OSMANİ CEMİYETİNİN KURULUŞU
    İttihat ve Terakki, 19. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu bunalımdan kurtulması için Kanun-ı Esasî’nin yeniden yürürlüğe konmasını isteyen öğrenciler tarafından 1889'da Askeri Tıbbiye Mektebi'nde İttihad-ı Osmanî Cemiyeti adlı gizli bir örgüt olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alacak örgüt, aynı devirde kurulmuş irili ufaklı diğer pek çok örgütle birleşerek Osmanlı coğrafyasının en güçlü teşkilatı haline geldi.
    İttihad-i Osmani Cemiyeti, 2 Haziran 1889’da Askeri Tıbbiye’nin bahçesinde toplanan İshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Çerkez Mehmed Reşid adındaki dört öğrenci ile ve sonradan onlara katılan Hüseyinzade Ali Bey, Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebatî, Mekkeli Sabri Bey, Selanikli Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi, Giritli Şefik tarafından kurulmuştu. Genç öğrencileri bir araya getiren, devletin içinde bulunduğu bunalım ve II. Abdülhamit yönetimine duyulan hoşnutsuzluktu. Kurtuluş için acilen Meşrutiyet yönetiminin kurulması, Abdülhamit yönetiminin yıkılması gerektiği düşüncesindeki gençler, bu konuda propaganda yapmak üzere örgütlendiler.
    Cemiyet, Haziran 1889’da Edirnekapı dışındaki bir bağda, bağ bekçisi Aluş Ağa’nın başkanlığında, 12 kişinin katılımı ile gerçekleşen bir toplantısında başkanlığa en yaşlı üye olan Ali Rüşdî’yi, sekreterliğe Şerefeddîn Mağmûmî’yi, saymanlığa Âsaf Derviş’i seçti. Bir piknik görüntüsü verilerek gerçekleştirilen bu toplantıya, “İnciraltı toplantısı” veya “Onikiler toplantısı” denilir. Cemiyetin İtalyan Karbonari Mason Teşkilatını örnek alarak hücreler halinde yapılanması, her üyeye bir sıra numarası verilmesi bu toplantıda kararlaştırıldı. Birinci hücrenin birinci üyesi “İbrahim Temo” oldu [. Cemiyet toplantılarını her Cuma farklı yerlerde sürdürdü.
    Tıbbiyelilerin kurduğu İttihad-i Osmani, İstanbul’daki sivil ve askeri diğer yüksekokulların öğrencileri arasında taraftar kazanarak hızla büyüdü. Ancak propagandaya geçmek için acele etmeyen örgüt, 1895’e kadar daha çok iç eğitim sayılabilecek toplantıları yapmakla yetindi. Toplantılarda Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Genç Osmanlılar’ın yapıtlarını; İranlı hürriyetperverlerin ve Ali Şefkati’nin yapıtlarını okudular.
    Sultan Abdülhamid, cemiyetin varlığından ve faaliyetlerinden 1892’de haberdar oldu. Bu tarihten itibaren cemiyet üyeleri hafiyeler tarafından takip edildiler. Tıbbiye Mektebi komutanlığına Mehmet Zeki Paşa atandı ve disiplinli bir idare sağladı.
    Yeni disiplinli idarenin uygulamaları sonucu Cemiyetin önde gelen üyeleri çeşitli defalar tutuklandılarsa da kısa sürede serbest bırakılıyorlardı. Başkentte Ermeni eylemlerinin gerçekleştiği 1895 yılı, ittihatçıların daha sert eylemlere yöneldiği yıl oldu. 30 Eylül 1895’te başkentte düzenlenen büyük Ermeni yürüyüşünde Müslüman halkın Ermeniler’in karşısına çıkmasıyla 3 gün kanlı çatışmalar yaşanmıştı. Bu gelişme karşısında eyleme geçen cemiyet üyeleri olanların yönetimin basiretsizliğine kaynaklandığına, halkın yönetime karşı harekete geçmesi gerektiğine dair bildirgeleri dağıttılar, duvarlara yapıştırdılar. Eylemleri, pek çok tıbbiyeli üyenin hapse düşmesi veya sürgüne gönderilmesine neden oldu.
    Kimi cemiyet üyeleri karşılaştıkları sert uygulamalar nedeniyle cemiyetin yardımı ile Avrupa ülkeleri veya Mısır’a kaçtılar; kimileri cemiyet tarafından Avrupa’ya gönderilip eğitimlerini orada tamamladılar. Yurtdışına giden üyeler, gittikleri yerlerde cemiyetin eylem merkezlerini oluşturdular.
    SULTAN REŞAT'IN TAHTDAN ÖNCEKİ YAŞAMI
    II. Mahmud'un torunudur. 18 oğlu ve 24 kızı olan Sultan Abdülmecid'in yaş sırasına göre üçüncü oğluydu. Annesi Gülcemal Kadın Efendi'dir. Eski Çırağan Sarayı'nda doğdu. Annesi Gülcemal Kadın Efendi veremden öldüğü zaman Mehmed Reşat 7 yaşındaydı. Çocukluğu, padişah olan babasının yanında geçti. Eğitimine fazla önem verilmedi. Babası ve amcası Sultan Abdülaziz saltanat yıllarında özgür ve rahat bir şehzadelik yaptı. 1872'de başkadını olan Kamures ile "izdivaç" yapıp , "aile" kuran Osmanlı şehzadeleri arasına girdi. 1876-1909 ağabeyi II. Abdülhamid döneminde, veliahtlık yapmasına rağmen, Dolmabahçe Sarayı'nın Veliahtlık Dairesinde kapalı hayat yaşamak zorunda kaldı. Veliaht olduğu için devamlı kontrol altında tutuluyordu. Seyrek olarak Balmumcu Çiftliği'ne gitmesine izin verilmekteydi. Ama başkalarıyla görüşmesi ve İstanbul'da gezinmesi yasaklanmıştı. Gözlerinin mavi olduğu Mehmed Reşat'ın kendine nazar değireceğinden korkan ağabeyi II. Abdülhamid onunla karşı karşıya görüşmekten kaçınmış olduğu belirtilmektedir. Günlerini haremde geçirir; Dürr-i And, Mihr-engiz adlı kadinefendileri ve Ziyaeddin, Necmeddin, Ömer Hilmi adlı şehzadeleriyle ilgilenip eğlenirdi. Fars edebiyatına, Mevlevilik konularına ve özellikle Mesnevi'ye yakın ilgisi vardı ve şiir ve diğer kitaplar da okurdu.
    1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Veliahd olarak protokole göre "Devletû Necabetû Veliahd-ı Saltanat Reşat Efendi Hazretleri" şeref adını kullanarak törenlere iştirak etmeye başladı. Halk arasında güler yüzü ve sıcak bakışı ile sempati topladı. Onun bu popülerliğinden hoşlanmayan ağabeyi II. Abdülhamid'in verdiği bir Yıldız Sarayı davetinde onun yakasından tutup "Bu işler senin başının altından çıkıyor" dediği belgelenmiştir.
    CEZAYİR BAĞIMSIZLIK SAVAŞI
    20. yüzyılın en önemli bağımsızlık savaşlarındandır. Cezayirli Müslüman Araplar ile Avrupalı Cezayirlilerin arasındaki sürtüşmenin, 130 yıllık koloni yönetimine karşı bir isyana dönüşmesiyle başlamıştır. Demokratik Özgürlüklerin Zaferi Hareketi (MTLD) adını alan Cezayir Halk Partisi 1950'de Fransız yönetimine karşı eylemlere başladı. 1952'de önemsiz bir suçtan yargılanan Ferhat Abbas'ın davası yönetimi hedef alan bir propaganda aracına dönüştü. MTLD ve Cezayir Ulema Cemiyeti yöneticileri de Arap devletlerinden destek sağlama çabalarını yoğunlaştırdı.
    Messali Hac'ın önderliğinden hoşnut olmayan bir grup gencin oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (FLN) 31 Ekim 1954'te Betna ve Aures'te başlattığı ayaklanma yoğun bir tutuklama kampanyasına yol açtı. Ertesi yıl Ayn Abid'de ve el-Alia madenlerinde patlak veren ayaklanma, Avrupalılara yönelik bir kıyım hareketine dönüştü; yönetim buna idamlarla karşılık verdi. 1956'da Fransa'da iktidara gelen hükümetin valiliğe atadığı Robert Lacoste, direnişi zorla bastırma politikasına yöneldi. Ülkenin iç kesimlerinde giderek denetimi sağlayan FLN'nin etkisini kırmak amacıyla Cezayir'e 500 bin kişilik bir Fransız ordusu gönderildi. Bu sırada daha önce silahlı mücadeleye karşı çıkan milliyetçi önderlerin çoğu FLN'ye katılmaya başladılar.

    Bağımsızlığına yeni kavuşan Fas ve Tunus'un Cezayir sorununa bir çözüm bulmak amacıyla 1956'da görüşmeye çağırdığı Cezayirli önderlerin yakalanarak hapse atılması, ayaklanmanın daha da genişlemesine neden oldu. Ertesi yıl direnişçiler şiddet eylemlerine başladı. Cezayir'e gönderilen Fransız paraşütçü birlikleri bu girişimleri engelledi ve yoğun işkence uygulaması başladı. Direnişçilerin sızmalarını engellemek amacıyla Cezayir'in Tunus ve Fas sınırına dikenli tel örgüler çekildi. Bu engelin gerisinde kalan 30 bin kişilik Cezayir ordusunun saldırılarını sürdürmesi üzerine, Fransızlar Şubat 1958'de bir Tunus sınır köyünü bombaladı. Bu olay Fransa - Tunus ilişkilerinin gerginleşmesine ve Birleşik Krallık ile ABD'nin arabuluculuk girişimlerine yol açtı.

    Nisan 1958'de Tanca'da toplanan Magrip Birliği Kongresi'nde alınan bir kararla Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti (GPRA) oluşturuldu.Bu sırada Avrupalı Cezayirlilerin Fransa ile birleşme amacıyla yürüttüğü mücadele de kızıştı. Gerginliğin Fransa'da yol açtığı bunalım sonucunda geniş yetkilerle iktidara gelen Charles de Gaulle, Cezayirli Fransızların baskısına karşın, soruna siyasi bir çözüm bulmaya yöneldi. Arap devletleri ile sosyalist ülkelerden destek gören GPRA ile Mayıs 1961'de resmi görüşmelerin başlamasından sonra, Fransız göçmenlerin kurduğu Gizli Ordu Örgütü (Organisation Armée Secrète, OAS) sivil halka yönelik acımasız şiddet eylemlerine girişti. Altı aylık bir aradan sonra yeniden başlayan görüşmeler 18 Mart 1962'de anlaşmayla sonuçlandı. Geçici bir hükümetin gözetiminde yapılacak bir referandumda onaylanmak koşuluyla, Cezayir'in bağımsızlığı tanındı. Ayrıca bağımsızlıktan sonra Fransa ile ilişkilerin sürdürülmesi ve Avrupalıların uyruk belirlemede serbest bırakılması öngörüldü. 1 Temmuz 1962'de yapılan referandumda 6 milyon kişi bağımsızlık lehinde, 16 bin kişi aleyhte oy kullandı.
    8 yıl süren Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda 2 milyon köylü toprağını terk etmek zorunda kalırken, 250 bin müslüman yaşamını yitirdi.
    ÖZDEMİROĞLU OSMAN PAŞA
    1526'da Mısır'ın Kahire'de şehrinde doğmuştur. Babası "Özdemir Paşa", Memlüklüler döneminde Mısır'a yerleşen bir Çerkez ailesine mensup olup, Osmanlı İmpaaratorluğu hizmetinde yetişerek, Kızıl Deniz'de Portekizlilere karşı Hadim Süleyman Paşa seferlerine iştirak ettikten sonra, Habeş Eyaleti'nde beylerbeyliği görevini ifa etti. Annesi ise Mısır'da bulunan Abbasi halifeleri soyundandır.
    Özdemiroğlu Osman Paşa 20 yaşına girmeden Osmanlı Devleti idari görevlerine tayin edilmiştir. Önce Mısır Beylerbeyliğine bağlı bazı sancaklarda sancak beyliği yapti. 1561'de Mısır "emirhaçlığına " tayin edildi, ve sonra babası ölünce, onun yerine yedi yıl Habeşistan Beylerbeyi görevi yaptı.14 Ocak 1569'da Yemen eyaleti Yemen Beylerbeyliği ve Sana Beylerbeyliği olarak ikiye bölündü. Sana Beylerbeyliği'ne Özdemiroğlu Osman Paşa atandı. Bu sırada Yemen'de Zeydi "İmam Topal Mütahhar" isyanı çıktı, ve bu isyanı bastırmak isteyen Yemen Beylerbeyi Murat Paşa, isyancılar tarafından öldürüldü. Bu isyanı bastırmak için Sana ve Yemen beylerbeylikleri tekrar birleştirilerek kurulan Yemen Eyaleti, Özdemiroğlu Osman Paşa'ya verildi.İsyanı bastırmak için serdarlık ise önce Lala Mustafa Paşa'ya verildi ve Özdemiroğlu Osman Paşa ona yakınlığı ile bilinmeye başladi. Fakat sonra Lala Mustafa Paşa ile arası iyi olmayan Koca Sinan Paşa Yemen'e serdar olarak gönderildi. Bu iki rakip paşa arasında mücadele içinde Lala Mustafa Paşa taraftarı olarak bilinen Özdemiroğlu Osman Paşa Yemen'den öldürülüceğinden korkarak İstanbul'a kaçti. Fakat Koca Sinan Paşa tarafından aleyhinde Yemen'den yazılar gönderildiği için zamanın sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa İstanbul'da ona soğuk davrandi.
    Lala Mustafa Paşa'nın ricaları ile bir müddet sonra bazı Anadolu sancak beyliği ve sonra valiliklerde bulundu. 1573'de ise Diyarbakır Beylerbeyliği'ne getirildi. Bu beylerbeyliği yapmakta iken, İran'la savaş için serdar seçilen Lala Mustafa Paşa maiyetine verildi. Burada gösterdiği beceriden ve komuta ettiği alayının mükemmelliğinden dolayı isim yaptı. Çıldır Muharebesi'nde büyük kahramanlık gösterip Şirvan'ın ele geçmesinde büyük katkı yaptı. Bu başarılardan dolayı 1578'de yeni ele geçirilip kurulan Şirvan Beylerbeyliği görevi verildi.
    Bundan sonra beş yıl bu idari görevle Kafkasya'da İran Şahları orduları ile mücadelelerde uğraştı. Şirvan, Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan'da Osmanlı egemenliğini kurup güçlendirdi. Şirvan beylerbeyi iken cesareti ve yüksek ve komuta ve kontrol becerisi ile İran Sahliğinin kendine karşı gönderdiği büyük orduları yendi. 9 Eylül 1578'de İran birliklerini Koyun Geçidi Muharebesi'nde büyük bozguna uğrattı.
    Özdemiroğlu'nun bundan sonra Kafkasya'da geçen beş yıllık idârî görevi sürekli İranlılarla mücadele içerisinde geçti. Şirvan, Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan'da Osmanlı hâkimiyetini pekiştirdi.
    Kırım Hanı Mehmed Giray’ın yardımı ile Karabağ, Mugan ve Kızılağaç’a kadar bütün kuzey Azerbaycan’ı yağma ve tahrip etti. Kırım Hanı Mehmed Giray’a daha ileri gitmeyi teklif ettiyse de Mehmed Giray, bunu kabul etmeyerek Kırım’a döndü. Şirvan, İranlıların eline geçti. Kefe Beylerbeyi Cafer Paşa kumandasında yardımcı kuvvetler gelince İmam Kuli Han’ı Meşale Savaşı’nda yendi. Bu savaştan sonra Şirvan kesin olarak Osmanlı egemenliği altına geçti.
    8 Mayıs 1583'te yetmiş bin kişilik İran ordusunu Meşaleler Muharebesi'nde büyük bir bozguna uğrattı.
    27 Ekim 1585'de hastalığı nedeni ile Tebriz'den ayrıldı. Şenb-i Gazan'a kadar ağır hastalığı dolayısıyla tahtırevanla taşındı. Bu mevkide üzerine bir Safevi ordusu geldi. Burada yapılan Şenb-i Gazan Muharebesi'ni de Osmanlı ordusu kazanıp İran ordusu püskürtüldü. Aralık 1585'de Şenb-i Gazan'da kaldığı bir gece durumu daha da ağırlaştı. Daha sonra aynı kentte, 65 yaşında iken hayata gözlerini yumdu. Vasiyetine uyularak cesedi Diyarbakır'a getirildi ve burada beylerbeyi iken yaptırdığı türbeye gömüldü.
    SAFİYE BÜYÜK VALİDE SULTAN
    Sofia Bellicui Baffo adıyla 1550'de Venedik'te dünyaya geldi. Çok zengin bir ailenin tek çocuğu (babası Leonardo Baffo Korfu adasının Venedik valisiydi) olan Sofia, dönemine göre oldukça iyi koşullarda bir eğitim aldı. Henüz on iki yaşındayken Akdeniz'de gemiyle yapılan bir seyahat sırasında Osmanlı korsanları tarafından kaçırıldı. Bir yıl sonra ise kendisini İstanbul'daki Pera köle pazarında bulan genç Sofia'nın güzelliği III. Murat'ın annesi Nurbanu Sultan'ın kulağına kadar geldi. Manisa sancağındaki genç veliaht Murat'ın devlet meselelerinden uzak pasif karakteri, annesi Nur Banu Sultan'nı düşündürmekteydi. Nurbanu Sultan, Sofia'yı görür görmez onun oğlu için aradığı kız olduğuna karar verdi ve bir servet ödeyerek kızı satın aldı. İki yıl süreyle haremde eğitim gören Sofia'nın adı, Safiye, yani arı, duru, saf güzellik olarak değiştirildi. On beş yaşında III. Murat'a sunulan Safiye, beline kadar uzanan sarı saçları, iri gözleri, uzun boyu, beyaz teni ve yürüyüşüyle Murat'ı kendisine âşık etti.
    III. Murat, tahta geçince baş kadın oldu. Büyüleyici güzelliği yanında parlak zekâsı sayesinde büyük bir nüfuz sahibi oldu. İngiltere kraliçesi I. Elizabeth dâhil birçok yabancı liderlerle haberleşti. 1599 yılında Kraliçe I. Elizabeth'in Safiye Sultan'a bir süslü bir at arabası ve oğlu III. Mehmet'e de bir org hediye ettiği bilinmektedir.İktidar yolunda , önüne çıkan engelleri kaldırma mücadelesi verdi.
    Sokollu 1574'te ölen II. Selim'in yerine geçen III. Murad döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Fakat artık eski gücü yoktu çünkü padişah da artık onun karşıtlarıyla işbirliği halindeydi. Sokollu yine de bazı siyasal başarılara imza attı. Fas'ı Portekiz akınlarından kurtardı, Avusturya'nın saray içine dönük oyunlarını etkisiz hale getirdi. Fakat baskılar artık iyice artmıştı, amcasının oğlu Budin Beylerbeyi Sokollu Mustafa Paşa sudan bir nedenle idam edildi.Sokollu Mehmed Paşa , 11 Ekim 1579 tarihinde III. Murad'ın eşi Safiye Sultan tarafından tutulan ve derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından bir ikindi divanı çıkışında kalbinden hançerlenerek öldürüldü. Paşa'yı öldüren şahıs ise hemen oracıkta askerler tarafından parçalanırken başta padişah olmak üzere bütün devlet ileri gelenleri hemen içeri alındı. Sokollu ise yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı ve kısa bir sürede hayatını kaybetti. Daha sonra Eyüp'te defnedildi.Safiye Sultan, özellikle Sokollu Mehmet Paşa'nın 1579 yılındaki ölümünden sonra devlet yönetiminde oldukça önemli bir rol üstlenmiştir.Safiye Sultan , Valide Sultan'lık döneminde etkin bir rol oynadı.
    Şehzade Mahmut ve annesi, Safiye Sultan'ın iktidarının geleceğini tehdit ediyorlardı. Bu yüzden gelininin ve torununun ortadan kalkması gerekiyordu.Oğlu III. Mehmed'i dolduran Safiye Sultan amacına ulaştı.Şehzade Mahmut sessizce sarayda boğduruldu.Annesi ise sürgün edildi.Böylece Safiye Sultan için ortadan bir engel daha kalktı."
    Oğlu sultan III. Mehmet vefat ettikten sonra valide sultanlığı bitip Büyük Valide Sultan makamına geçti.Handan Sultan'ın oğlu I. Ahmed tahta çıkmasına rağmen Harem'i hala babaanne Safiye Sultan yönetiyor , Valide Sultan olan Handan Sultan'dan daha fazla maaş alıyordu.Bu gücü uzun sürmedi.I. Ahmed'in eşi olan Kösem Sultan'ın Haseki Sultan olmasıyla gözden düştü ve eski saraya sürgün edildi.10 Kasım 1605 tarihinde vefat etti. Cenazesi İstanbul Ayasofya Camii'nde III. Murat Türbesi'ne defnedildi.Ölüm nedeni bilinmemektedir.Safiye Valide Sultan, 1597 yılında Yeni Cami'nin yapımına başlanma emri verdi. Fakat, tamamlandığını göremeden vefat ettiği için, caminin tamamlanması Turhan Hatice Sultan dönemini bulur. Caminin etrafında Valide Sultan Türbesi ve Mısır Çarşısı bulunmaktadır. Ayrıca Kahire'deki Melike Safiye Cami Safiye Valide Sultan'ın onuruna yapılmıştır.
    ÜRDÜN ROMALILAR VE BİZANSLILAR DÖNEMİ
    Romalılar Ürdün'ü, Suriyeyi ve Filistin'i miladi 62 senesinde işgal etmişlerdir ve bölge 400 sene boyunca Roma hakimiyeti altında kalmıştır. Enbad devleti, Roman Hükümdar Trajan tarafından Roma İmparatorluğuna bağlanmıştır. Bu esnada, Helenistik çağda on şehir birleşmiş ve Decapolis'i kurmuştur. Bu konfederasyon kültürel ve iktisadi bir federal yapı idi. Bu konfederasyon; Amman, Ceraş, Ummu Gays, İrbid, Güney Suriye ve Filistin'deki diğer şehirleri barındırıyordu. Bu dönem istikrar ve barış dönemi olarak adlandırılır ve birleşme yapısının kurulmasında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Ürdün, Bizanslılar döneminde bir çok yapı inşa etmiş ve Romalılar döneminde devam etmiştir. Daha sonra bu gelişme devam etmiş ve bölgedeki nüfus artmış ve aynı şekilde Hristiyanlık bölgede bir din olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde Kuzey Ürdün'e, Arap kabileleri yerleşti. Bu kabileler, Sasanilere karşı Bizanslıları kendilerine daha yakın bir dost olarak görmüşlerdi. Bu yüzden bu kabileler önce Romalıların daha sonra da Bizanslıların Sasaniler ile olan savaşlarında Sasanilere karşı savaşmışlardır.
    Gassaniler, 600 sene ya da başka bir deyişle miladi 1. yüzyılın başlarında İslamın ortaya çıkışına kadar hüküm sürmüştür. İlk kralları " Cüfne Bin Amr" idi. Hükümdarlığı sırasında ülke sınırları Levant kadar büyük bir bölümü kapsamıştır. Başkentleri ise Güneyde "Golan" şehri idi.
    Belki de bazı Ürdün şehirlerinin yaşamış olduğu en üst medeniyet seviyesi Medeba gibi Bizanslılar döneminde olmuştur. O dönemde mozaik ise süslenmiş bir çok mükemmel kilise bulunuyordu. Bu kiliselerin içerisinde dünyadaki en değerli ve en güzel mozaik levhalarının yanı sıra miladi 6. yüzyıla uzanan, kutsal toprakların en eski haritası ve özellikle de Kudüs'ün o zamanki yerini gösteren ünlü Medeba haritası bulunmaktaydı. 542 yılında Veba, Ürdün halkının büyük bir kısmını yok etmişti. 614 yılında ise, Sasaniler geri kalan halkı öldürmüşlerdir. Sasanilerin Ürdün, Filistin ve Suriyeyi işgali 15 sene sürmüş ve miladi 629 yılında İslam'ın yükselişi karşısında İmparator Heraclius geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu çekilme Zeyd bin Harise komutasındaki İslam ordularının ilk saldırısı ile olmuş ancak İslam orduları yenilmiştir. Daha sonra Hz. Muhammed(sav) bizzat kendisinin de katıldığı Tebük gazvesinde zafere ulaşılmış ancak iki taraf arasında şiddetli çarpışma yaşanmamıştır. Bu savaşta Hz. Muhammed(sav) Üsame Bin Zeyd'i komutan seçmiş ancak Üsame savaş başlamadan hayatını kaybetmiştir.

    21 Mart 2014 Cuma

    ALMANYA I.CUMHURBAŞKANI FRİEDRİCH EBERT
    (d. 4 Ocak 1871 - ö. 28 Şubat 1925) Almanya'nın ilk cumhurbaşkanı. 4 Şubat 1871 tarihinde Heidelberg’de doğdu. Babası bir terzi ustası olan Ebert, ilkin meslek olarak saraçlığı öğrendi ve bir saraç olarak Almanya’nın birçok bölgesini dolaştı.
    Ebert, sosyal demokrat görüşleri benimsedi ve çok geçmeden sosyalizmin temsilcisi olarak adlandırıldı. 1905 yılında Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nde genel sekreter olarak görev aldı. (SPD) Partiye getirdiği birçok yenilik sayesinde partinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı.
    1913 yılında parti başkanı August Bebel’in ölmesinin ardından, başkan seçildi. Ebert, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’na girmesi taraftarıydı. Nitekim bu konuda verdiği maddi desteğin, savaş bütçesine çok büyük yararı oldu. Ancak büyük yenilgi ardından imparatorluğun da yıkılması üzerine, Ebert zor durumda kaldı.
    Ebert’in karşısındaki sol yanlı grup partiden ayrıldı ve kendilerince Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’yi kurdu. (USPD) Partiden bir grup daha ayrılarak da Almanya Komünist Partisi’ni oluşturdu. (KPD) Sosyal Demokrat Parti, Demokrat Parti ve Katolik Merkez Partisi birleştiler ve isimlerini Siyah-Kırmızı-Sarı koalisyonu (Weimar) olarak belirttiler.
    Baden prensi Maximilian’ın başkanlık ettiği Siyah-Kırmızı-Sarı koalisyonuna bağlı üç partiden oluşan bir hükümet kuruldu. Parlamenter demokrasiye bu yolla ulaşılması amaçlanıyordu. Ebert ise böyle bir devrimin oluşmasını istemiyordu, bunun için elinden geleni yaptı. Almanlar 1918 yılında barışı sağlamaya yönelik bir devrimci ayaklanma başlattılar. Çünkü Alman halkı, II. Wilhelm’in barışı getirmekte başarısız olduğuna inanıyordu.
    Devrimci bu hareket Berlin’de etkisini artırarak sürdürüldü. Sonunda II. Wilhelm tahttan indirildi. Bunun ardından Baden prensi Maximilian, Ebert’e şansölyeliği devretti. Halk Temsilcileri Konseyi adında yeni bir hükümet kuruldu. Ebert bu konseyin ile İşçi ve Asker konseyinin elindeki yetkiyi kısa sürede seçimle oluşturmayı hedeflediği Alman Parlamentosu’na geçirmeyi amaçlıyordu. Bu amaç doğrultusunda devrimi engellemek adına yeni Genelkurmay Başkanı Wilhelm Groener ile gizli bir antlaşma yaptı. Bu esnada ülkede birçok çatışmalar meydana geliyordu. Bu çatışmaların sonunda ise toplumsal devrim bastırılmış oldu.
    1919 yılının Ocak ayında seçimler yapıldı. Seçimleri kazanan Siyah-Kırmızı-Sarı koalisyonuna dayanan yeni bir hükümet kuruldu ve ardından Weimar Anayasası yürürlüğe kondu. Koalisyonun cumhurbaşkanı da Ebert seçildi.
    Dönemde mali sıkıntılar, suikastlar, komplolar başgösterdi. Rejimin tehlikeye girdiğini düşünen Ebert, aşırı uçları önlemek amacı ile Reichswehr’e güveniyordu. Ancak Fransızlar’ın Ruhr bölgesini işgal etmesinin ardından ortalık iyice karıştı.
    Ebert’e yönelik karalamalar ve sarfedilen sözlerin ardı arkası kesilmedi. Savaş esnasında bir grup işçinin grevini desteklediği gerekçesi ile devlete ihanet ettiği öne sürülen Ebert’e verilen mahkeme kararının da etkisi ile, erken yaşta 28 Şubat 1925'te hayatını kaybetti.

    20 Mart 2014 Perşembe


    KOCA YUSUF PAŞA
    (1730 - 1800), Osmanlı Devleti hizmetinde I. Abdülhamid ve III. Selim saltanatlari sirasinda 25 Ocak 1786 - 28 Mayıs 1789 ve 12 Şubat 1791 - 4 Mayıs 1792 donemlerinde iki kez sadrazamlık yapmış Gürcü asıllı bir devlet adamıdır.
    Koca Yusuf Paşa 1730 yılında Gürcistan'da doğdu. Köle olarak İstanbul'a geldi. Denizcilikle uğraşan efendisi Hasan Kaptan tarafından azad edildikten sonra kendisi de deniz ticaretine girdi. Cezayirli Hasan Paşa'nın yanında çalıştı. Cezayirli Hasan Paşa Kaptan-ı Derya olunca Yusuf Paşa'yı hazinedar yaptı. 1785 yılında vezir rütbesine yükseltilerek Mora Valisi oldu.
    25 Ocak 1786 tarihinde de padişah I. Abdülhamit tarafından sadrazamlığa atandı. Bu görevi 7 Mayıs 1789 tarihine kadar sürdürdü. Bu görevi sırasında patlak veren 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Serdar-ı Ekrem olarak Osmanlı ordusuna kumandanlık etti. Bu savaş sırasında Avusturya Arşidükü II. Joseph'e karşı Sebeş Muharebesini kazandı.
    Daha sonra 19 Aralık 1789 tarihinde Kaptan-ı Derya oldu. 1790 yılında Konya Valiliği, Köstendil Valiliği ve Bosna Valiliği yaptı.
    15 Şubat 1791 yılında padişah III. Selim tarafından tekrar sadrazamlığa getirildi. Bu görevi de 4 Mayıs1792 tarihine kadar sürdürdü. 1793 yılında Cidde Valisi ve Medine muhafızı oldu. 1800 yılında Cidde'de vefat etti.
    REFORMUN GETİRDİĞİ SAVAŞLAR
    Reformun etkileri Avrupa’daki diğer devletlerde görülmeye başladığı zaman, beraberinde kanlı mücadeleleri de getirmiştir. Krallıkla prensler arasında yaşanan Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) bu durumun en büyük örneğidir. Katoliklerle Protestanlar arasındaki dini savaşların alevlenmesini sağlamıştır.
    O dönemlerde Avusturya’ya ait olan Bohemya’da başlayan olaylar, Avrupa’nın birçok yerine yayılmıştır. İsyancılar, 1619 yılında Viyana’yı yağmalamış ve ardından Avusturya’da bir ayaklanma başlatmıştır. Bunların amacı kralı tahttan indirmek ve yerine Kalvinist bir prensi geçirmekti. Bu olayların sonucunda kral karşı bir harekete geçmiş ve Bohemya ordusunu Prag yakınlarında yenilgiye uğratmıştır. (1620)
    Korkunç bir intikamla Bohemya’nın yerli soylu sınıfı idamlarla susturuldu. Çek toplumu başsız kaldı. Ülke sistematik olarak Katolikleştirildi ve Almanlaştırıldı. Kalvinistler ülke dışına sürüldüler.
    Bu olaylardan sonra daha da şiddetlenen savaş, 1625-1629 yılları arasında Danimarka’da da etkisini gösterdi. Protestanlar acımasızca katledildiler. Buna benzer olaylar İspanya’da da meydana geldi. 1635-1648 yılları arasında Fransa, İsveçlilerin de desteğini alarak; İspanya’ya savaş açtı. Bu savaşlar neticesinde İspanya büyük kayıplar yaşadı.
    30 yıl boyunca süren ve Avrupa’yı kasıp kavuran bu savaşlar, 1648 yılında yapılan Westphalia Anlaşması’yla sona erdi. Bu durum, Papa X. İnnocentius’u oldukça sinirlendirmişti ve Papa bu antlaşmayı tanımadığını bildirmişti. Bu yeni gelişme her ne kadar papalık tarafından son derece rahatsız edici karşılansa da, Hıristiyanlığın yerini Avrupalılık almaya başlanacaktır.
    Reform ve yarattığı etki, Almanya’yı birçok farklı alanda etkilediği gibi; nüfus bakımından da son derece olumsuz etkilemiştir. Reform savaşlarından önce yaklaşık 21 milyon olan ülke nüfusu, savaşlardan sonra 13 milyona kadar düşmüştür. Ayrıca bazı önemli kentler de yıkılmıştır. Böylesine kötü ve kargaşa dolu bir ortamda önemli sorunlar meydana gelmiştir. Açlık ve buna bağlı olarak yapılan yağmalar, ticaretin tamamen durması, ortaya çıkan salgın hastalıklar; Almanya’yı her yönden felakete sürüklemiştir. Yoksullaşan halk, Avrupalı devletler tarafından aşağılanan bir ırk olma kaderiyle karşı karşıya kalmıştır.
    İçerde bu sıkıntıları yaşayan Almanya, dışarıda da Danimarka, Hollanda, İsveç ve Fransa gibi devletlerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. 17.yüzyılın başında büyük bir güç olarak varlık gösteren Avusturya, Reform savaşlarından sonra bu gücünü büyük ölçüde yitirmiş ve sıradan bir devlet konumuna gelmiştir. Bu sıkıntıları sadece Almanlar değil, diğer Avrupalı devletler de yaşamıştır.
    İspanya, ülke içinde Katolonya ve Portekiz isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır.
    İngiltere, bir taraftan din savaşlarının içerideki etkileriyle boğuşurken; diğer taraftan da İrlanda ve İskoçya’yı denetimi altında tutmaya çaba göstermiştir.
    Polonya ve Litvanya ise, Rusya tarafından darmadağın edilmiştir.
    Sonuç itibariyle neredeyse tüm Avrupa, 17.yüzyılda yaşanan ve oldukça kanlı geçen bu dini çatışmaların faturasını çok ağır ödemek zorunda kalmıştır.
    HORATİO NELSON
    Bir köy papazının 11 çocuğunun altıncısı olarak Norfolk yakınlarındaki Burnham Thorpe'da dünyaya gelen Nelson, 12 yaşındayken donanmaya katıldı. Doğu ve Batı Hint adaları ile Kuzey Kutup Bölgesi'ndeki görevini ta­mamladığında 18 yaşındaydı. 19 yaşında teğ­menlik sınavını kazandı ve yeniden Batı Hint Adaları'na gönderildi. 20 yaşındayken yüzba­şı rütbesiyle gemi komutanı olan Nelson'un yetişkinlik döneminin büyük bir bölümünde İngiltere savaştaydı. 1775-83 arasındaki Ame­rikan Bağımsızlık Savaşı'nı, 1789 Fransız Devrimi'nden sonra Fransa ile yapılan uzun süreli savaşlar izledi. 1793'te Fransa ile savaşın başlamasından hemen önce 64 toplu büyük Agamemnon gemisinin komutanlığına getirilen Nelson, Akdeniz'deki İngiliz filosuna katılarak Korsi­ka Adası'nın alınmasında rol oynadı. Bu savaşta sağ gözünün kör olmasına yol açan bir yara aldı. 1797'de Portekiz'in güneybatı kıyısı açıklarında yapılan St. Vincent Burnu Savaşı' nın kazanılmasında cesareti ve becerisiyle büyük rol oynayan Nelson'a bu savaştan sonra "Sir" unvanı ve tuğamiral rütbesi veril­di. Aynı yılın sonlarında Kanarya Adalan'n-dan Tenerife'deki Santa Cruz'u ele geçirmek için girişilen savaşta sağ kolunu kaybetti.
    Bu sırada Fransız generali Napolyon Bonapart, Avrupa'da kazandığı parlak zafer­lerden sonra, 1798 başlarında Güney Fransa' daki Toulon limanında büyük bir donanma toplamıştı. Napolyon'un Mısır'ı istila etmeyi planladığından kuşkulanan İngilizler ona en­gel olmak için Akdeniz'e bir filo gönderdiler. Filo komutanlığına donanmanın en seçkin komutanlarından olan Nelson getirildi. İngiliz filosunun fırtınaya tutulmasından yararlanan Fransız donanması Toulon limanından ayrılıp Mısır'a doğru yola çıktı. Nelson, 13 Ağustos' ta İskenderiye yakınlarındaki Abukir Körfezi'nde demirli olan Fransız donanmasına karşı saldırıya geçti ve gemilerin tümünü batırarak büyük bir zafer kazandı. Nil Savaşı diye bilinen bu savaşta Nelson alnından hafifçe yaralandı. Savaştan sonra Napolyon Mısır' daki ordusunu terk ederek Fransa'ya döndü. Nelson da Napoli Krallığı'nı Fransız saldırısı­na karşı savunmak üzere donanmasıyla Napo­li'ye gitti. Bu sırada Napoli'deki İngiliz elçisi­nin karısı Lady Emma Hamilton ile araların­da başlayan aşk Nelson'un yaşamı boyunca sürdü. 1801'de Rusya, Prusya, Danimarka ve İsveç' in Napolyon'la ittifak kurma olasılığı karşı­sında İngiltere, Fransız donanmasıyla birleş­mesine fırsat vermeden Danimarka donanma­sına saldırmaya karar verdi. Filonun 2. komu­tanı Nelson bu işle görevlendirildi. Kopen­hag'daki Danimarka filosu kıyıdaki topların güçlü ateşiyle korunuyordu. Kıyı toplarının şiddetli ateşi karşısında İngiliz komutanı Ami­rai Hyde Parker geri çekilme emri verdi. Ama dürbününü kör gözüne götüren Nelson, çekil­me işaretini görmediğini söyleyerek cesaretle saldırıyı sürdürüp zafere ulaştı. Bu zaferden sonra "Vikont" unvanı verilen Nelson donan­ma komutanlığına getirildi.
    Nelson, İspanyol ve Fransız donanmaları­nın birleşerek İngiltere'yi istila edebilecek bir güç oluşturmasını önlemek üzere 1803'te Toulon limanını ablukaya almakla görevlendiril­di. Mart 1805'te Fransız gemileri kötü hava koşullarından yararlanarak umandan çıkmayı başardı. Amiral Nelson, İspanya'nın Cadiz limanında Fransız ve İspanyol donanmalarını yeniden ablukaya aldı. Fransız donanması 20 Ekim'de Napolyon'un emriyle ablukayı kır­mak için denize açıldı. İki donanma 21 Ekim'de Trafalgar Burnu açıklarında karşı­laştı. İngiliz donanması, biri Nelson'ın öbürü Amiral Cuthbert Collingwood'un komutasın­da iki koldan saldırıya geçti ve büyük bir zafer kazandı. Amiral Nelson savaş sırasında vurularak öldü. Nelson'ün Trafalgar Savaşı'ndaki komuta gemisi Victory, günümüzde Portsmouth lima­nında sergilenmektedir.
    EL ARİŞ SÖZLEŞMESİ
    24 Ocak 1800 tarihinde Fransa ve Osmanlı Devleti arasında imzalanmış ateşkes sözleşmesi. Fransa'nın Mısır Seferi çerçevesinde imzalanmış, Büyük Britanya'nın karşı çıkması nedeniyle uygulamaya konamamıştır.
    Fransa'nın Mısır Seferi, 1798 yılı Ağustos ayında başlamıştı. Fransa, Büyük Britanya karşısında deniz muharebesinde yenik düşmesine rağmen karada ilerlemesine devam edebilmiş, Filistin'de ilerledikten sonra Akkâ Kalesi kuşatmasının Osmanlı savunmasınca kırılmasından sonra Mısır'a geri dönmüş ve 1 Ağustos 1799'da Mısır'da Osmanlı ordusuna karşı bir muharebe kazanmıştı.
    Fransız kuvvetlerine komuta eden General Napolyon Bonapart, Fransa'da meydana gelen siyasi bunalımı haber alarak Ağustos 1799'da Fransa'ya döndü. Bonapart'ın yerine geçen General Jean-Baptiste Kléber başkanlığındaki Fransız heyeti 1799 sonunda Osmanlı yetkilileriyle görüşmelere başladı. Taraflar arasında 24 Ocak 1799 tarihinde El-Ariş adlı liman kentinde bir sözleşme imzalandı. Fransa bu sözleşmenin hükümlerine göre, 1798 yılında işgal etmiş olduğu Mısır'ı boşaltacaktı. Sözleşme uyarınca Fransa ordusu mensuplarının ülkelerine dönmeleri için Büyük Britanya tarafından pasaport ve geçiş belgeleri verilmesi gerekiyordu. Bu durumda, bu dönemde Osmanlı Devleti'nin müttefiki konumunda olan İngiltere sözleşmeye taraf oluyordu. Başlangıçta Büyük Britanya'nın da desteklediği bu sözleşme, Şubat 1800'de Britanya donanması amirali George Elphinstone Keith'in sözleşmeyi imzalamayı reddetmesi nedeniyle yürürlüğe girmedi.
    Fransa birliklerinin Mısır'dan geri çekilmesini düzenleyen yeni bir sözleşme 27 Haziran 1801 tarihinde imzalanacaktır. 9 Ekim 1801'de imzalanan Paris Barış Senedi ile Fransa ve Osmanlı Devleti arasındaki barışın şartları ortaya konacak, nihai barış ise 25 Haziran 1802'de Paris Antlaşması ile gerçekleşecektir.
    Osmanlı Devleti, bu antlaşmadan sonra diğer ülkelerin Osmanlı Devleti üzerindeki amaç ve emellerine göre izledikleri yolu değerlendirerek denge politikası izlemeye başlamıştır.
    AYNALIKAVAK ANTLAŞMASI
    21 Mart 1779 Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğu arasında imzalanan bir düzenleme ve ticaret antlaşmasıdır.
    Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Kırım'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra Rusya yanlısı Şahin Giray Kırım hanı olunca Kırım'da Tatarlar arasında bir ayaklanma çıktı. Osmanlı Devleti Rusya'nın desteklediği Şahin Giray'a karşı Osmanlı yanlısı Selim Giray'ı destekledi. Ayaklanmanın bastırılması üzerine İngiltere ve Fransa'nın arabuluculuğu ile Osmanlı ve Rusya delegeleri bir araya gelerek İstanbul'daki Aynalıkavak Kasrı'nda yeni bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmaya göre:
    1. Osmanlı Devleti, Şahin Giray'ın hanlığını tanıyacak; fakat sonraki hanların seçimi için padişahın halife olarak onayı alınacaktı.
    2. Akdeniz ve Karadeniz'de, Fransızlarla İngilizlere tanınan ticari haklar Rusya'ya da tanınacaktı.
    3. Kırım'daki Rus kuvvetleri geri çekilecekti.
    Bu antlaşma ile Kırım'ın bağımsızlığı yeniden onaylanmış oldu.
    LARGA MUHAREBESİ
    Kırım Hanı Kaplan Giray komutasındaki 65,000 Kırım Tatarı süvarisi ve 15,000 Osmanlı piyadesinden oluşan Kırım Hanlığı ordusu ile Pyotr Rumyantsev komutasındaki 38,000 kişilik Rus ordusu arasında Prut Nehrinin bir kolu olan Larga Irmağında olmuştur. Gece 8 saatlik bir savaşın ardından Çeşme Deniz Savaşı ile aynı gün olan 7 Temmuz, 1770'de Kırım Hanlığı'nın bozgunu ile sonuçlanmıştır. Ruslar bu savaşla birlikte ayrıca 33 Türk topunuda ele geçirmişlerdir. Yenilginin başlıca sebebi Osmanlı İmparatorluğu kuvvetleri ile birlikte Kırım Hanlığı süvari kuvvetlerinin gerek askeri gerek teknolojik yönden geri kalmışlığı, modern silahları kullanmayı kabul etmemeleri ve piyade kuvvetlerine de gereken önemi vermemeleri, top yönünden eksikliğidir. Buna karşın Çar I. Petro döneminden beri süregelen reformlarla Rus Ordusu düzenli piyade kuvvetleri ile o döneme uygun gerek atlı ve gerekse bir piyade gibi atsız olarak savaşabilen dragon alaylarına sahipti. Zafer ardından Rumyantsev, 1. dereceden Saint George Madalyası ile Çariçe II. Katerina tarafından ödüllendirildi. 2 hafta sonra, yine aynı general, aynı orduyla savaşın kaderini belirleyecek olan Kartal Ovası Muharebesi'nde, bundan çok daha büyük bir zaferi, Osmanlı Ordusu'na karşı kazanmıştır.

    19 Mart 2014 Çarşamba

    ANTOFAGASTA'NIN İŞGALİ VE SAVAŞ
    Şili askeri birlikleri 14 Şubat 1879 yılında sahil şehri Antofagasta'yı işgal etti. Nüfusun sadece %5'inin Bolivyalı olması dolayısıyla birlikler fazla bir direnişle karşılaşmadılar. Bunun üzerine Bolivya 1 Mart tarihinde Şili'ye savaş ilan etti. 5 Nisan'da ise Şili, Bolivya'ya savaş ilanını yaptı. Peru'nun tarafsız kalma isteğini reddetmesi üzerine Şili, Peru'ya da savaş ilanında bulundu. Şili'nin 13.000'lik askeri gücüne karşılık Bolivya (2.300) ve Peru'nun (6.000) toplam askeri gücü 8.300'dü. Nisan 1879 tarihinde Bolivaya diktatörü Daza'nın, Peru'ya destek vermesi nedeniyle askeri birliklerini Arica'ya gönderme çabaları birliklerinin Atacama Çölü'nde susuzluktan ölmekten son anda kurtulmaları ve geri dönmeleri ile başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu yaşanan olay Daza'nın hükümetten düşmesine kadar giden iç nedenlere neden olmuştur.
    Antofagasta'nın işgali ile başlayan savaş denizde ve karada şiddetli çarpışmalara ve bunun sonucunda yaşanan birçok kayıba neden olmuştur. Denizde yaşanan muharebede Şili donanması Peru donanmasına karşı büyük başarılar elde ederek rakibinin deniz gücünü hemen hemen yok ederek, kendisi için deniz koridorunu tamamen açmış, işgal yollarını kendisi için kolaylaştırmıştır.
    Denizde bunlar yaşanırken, karada Şili birlikleri Peru topraklarına işgal odaklı birçok sefer düzenledi. Bunlardan bazıları Tarapaca, Moquegua, Lima ve Huamachuco seferleriydi. Bu yapılan savaşlar son olarak Peru'nun güneyinin savunmasıyla sorumlu birliğin dağılmasıyla son buldu. Peru hükümeti tüm bu yaşananlar neticesinde Tacna ve Tarapaca bölgelerinin Şili'ye devrini de kapsayan kapitülasyon şartlarını kabul ettiğini beyan etti.

     

    PASİFİK SAVAŞININ SONUÇLARI
    Bu savaş neticesinde Şili önemli nitrat madenlerinin sahibi olmuştu. Böylece kayda değer bir zenginliğe ulaşan Şili, nitrat çıkarılmasında yeni ve kolay metodların bulunması ve sentetik gübrenin icadı ile bu kaynağın getirisini pek kullanamasa da daha ilerki dönemlerde Atacama Çölünde bulduğu bakır madenleri ile tekrardan önemli bir gelire sahip oldu. Günümüz dünyasında Şili açık ara en büyük bakır tedarikçisidir.
    Bu üç ülke arasında ortam hala gergin bir düzeyde ilerlemektedir. Özellikle Bolivya bu savaşlar neticesinde denize kıyıya kalmamasının sıkıntısını yaşamaktadır ve günümüzdeki politik ve ekonomik 'güçsüzlüğünü' buna bağlamaktadır. Bu nedenle yıllar önce yapılan antlaşmanın revize edilmesini ve kendisine denize açılımlarını sağlayacak bir koridorun açılmasını talep etmektedir.
    Her ne kadar burada söz konusu Şili ile Bolivya arasında ki bir antlaşma olsa da anlaşamamanın nedeni Peru'dur. Şili'nin o dönemde koridor olarak Bolivya'ya verilmesi olası toprakların eski Peru toprakları olması ve bu toprakların, Ancon Antlaşması'na göre anca Peru'nun onayı ile üçüncü bir ülkeye verilmesi maddesi süreci olumsuz yönde etkilemiştir. Peru devletinin buradaki düşüncesi, Bolivya'nın bu toprak kazanımı ile zamanında Peru'nun kaybettiği toprakları sahiplenerek Peru'nun bu kaybından yararlanma olarak görüyordu. Bolivya'nın buradaki düşüncesi ise o toprakların artık tamamen Şili hakimiyetinde olduğu ve Peru'nun konu ile ilgili bir bağlantısının bulunmamasıyken, Şili devleti ise, toprak vererek zaten yapması gerektiğinin herhangi bir karşılık almadan fazlasını yaptığını ve bu yüzden Peru'dan onay alınması gerekiyorsa bunun Bolivya'nın yapması gerektiğini belirtmektedir.
    Tüm bu yaşanan olaylardan sonra 1978 yılında Bolivya, Şili ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir.
    Ayrıca günümüzde Şili'ye doğalgaz ihracatını reddeden Bolivya, doğalgaz ihraç ettiği Arjantin'e ihraç ettikleri doğalgazın kesinlikle Şili'ye iletilmemesi şartını koşmuştur.
    Her ne kadar iki ülke arasında son dönemlerde hükümetler arası gayri resmi yakınlaşmalar olsa da, Şili artık Bolivya'ya herhangi bir toprak verilmesi taraftarı değildir.