Translate

11 Ekim 2013 Cuma

DİL DEVRİMİ
Dil yenileşmesi görüşleri Kurtuluş Savaşı döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında geri plana çekildi. Atatürk'ün 1931'den önce bu konuda net bir tavrı görülmez. 1932 yılında ise Türk Dil Kurumu'nun açılması ile dil devrimi hız kazanır. Türk Dil Kurumu'nun açılışından sonra 1932 yılında meclis açılış konuşmasında "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, ilgili olmasını isteriz." sözleri ile Dil Devrimi'ne dikkat çekmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün en başta gelen ilgi alanlarından biri tarih diğeri ise dildi. Türk dilindeki sorunu pek çok aydın gibi o da görüyordu. 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurdu. Bu cemiyetin görevlerinde biri de dildeki sözcükleri araştırmak ve yabancı sözcüklerin yerine Türkçelerini bulmaktı. Her ilde valilerin başkanlığında sözcük tarama faaliyetleri başlatıldı. Bir sene içinde 35,000 yeni sözcük haznesi kaynağı oluştu. Bilim adamları da bu sırada 150 eski eseri araştırmış ve o güne değin Türkçede hiç kullanılmayan sözcükleri toplamıştı. 1934 yılında tespit edilen 90,000 sözcük Tarama sözlüğünde toplanarak yayınlandı. Arapça kökenli kalem sözcüğü yerine yerel şivelerde kullanılan farklı öneriler gelmişti (yağuş, yazgaç, çizgiç, kavrı, kamış, yuvuş,...). Akıl kelimesi için 26, Hediye sözcüğü için ise 77 farklı öneri gelmişti. Sonunda hediye sözcüğü yerine Türkçe kökenli Armağan sözcüğü seçildi.
1929 yılında başlatılan "Dil Encümeni" çalışmaları 1932 yılında Atatürk'ün kurduğu "Türk Dilini Tetkik Cemiyeti"nin kurulması ile sonuçlandı. Bu cemiyetin iki temel amacı olacaktı. Birincisi Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılarak özüne dönmesini sağlayarak konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak ve sadece eğitimli kesimin değil vatandaşların tamamının kendi konuştuğu dil ile yazabilmesini ve okuyabilmesini temin etmek. Bunun için Arapça ve Farsçsa'dan zamanla dilimize yerleşmiş Türkçeye yabancı dil bilgisi kuralları ve yapıların kullanımdan kaldırılarak yerine doğru Türkçelerinin konmasını sağlanacaktı. Halk şivelerinden taramalar yapılarak terim haznesi meydana getirilecekti. İkinci amacı ise olan ölü dillerin mukayeselerinin yapılıp ortaya çıkarılmasıydı.

Türkçenin sözcük varlığındaki sadeleştirmeler zamanla Türkçeleşmiş ve edebi eserlerde kullanılan yabancı kökenli sözcüklerin tasfiye edilerek yerlerine bazen Türkçe dil kurallarına bile uymayan zorlama kelimelerle değiştirilmeye çalışılması dilin kültürel ve tarihsel kaynaklardan kopması tehlikesini doğurdu.
ANKARA'NIN BAŞKENT OLMASI
Ankara ilinin Kurtuluş Savaşı'nda merkezî bir yeri olmuştur. 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Mustafa Kemal, şehri Anadolu’daki direniş hareketinin yönetimi olan Heyet-i Temsiliye'nin merkezi olarak seçti. Şehir, coğrafî olarak Anadolu'nun ortasındaydı, demiryolu ile İstanbul'a ulaşılabiliyordu, Batı Cephesine yakındı ve halkın millî mücadeleye olan desteği tamdı. İstanbul'un İngilizler tarafından resmen işgalinden iki gün sonra, 18 Mart 1920'de, İstanbul'da bulunan Meclis-i Mebusan kendini resmen feshedince, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi kuruldu. Ankara ili, Türk-Yunan Savaşı'nın en yoğun muharebesinin gerçekleştiği yer olmuştur. 1920 yazında Yunan birlikleri, Ankara şehrini ele geçirmek amacıyla Sakarya nehri kıyılarına kadar ilerlemişti. Ancak 23 Ağustos - 13 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Sakarya Meydan Muharebesi sonucunda Yunan birlikleri püskürtüldü. Polatlı yakınlarında meydana gelen zorlu muharebe Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası olmuş, Mustafa Kemal Atatürk ünlü "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır" sözünü bu sırada söylemiştir. Birkaç hafta sonra Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması ile, Türk-Fransız ihtilafı sona ermiştir. Kurtuluş Savaşı sonucu toprakları üzerindeki egemenliğini kanıtlayan Türkiye, 1922 Lozan Barış Konferansı ve 1923 Lozan Antlaşmaları ile uluslararası toplulukta millî sınırlarını tescilledi ve bağımsızlığını onaylattı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 13 Ekim 1923'te Ankara ilinin merkezi olan Ankara kentini başkent ilan etti.
MEDENİ KANUNUN KABULÜ
Türk Kanunu Medenisi, Türkiye'de 17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak TBMM'de kabul edilen ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan 743 sayılı kanundur. 1 Ocak 2002 tarihinde Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkmıştır.
  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirildi.
  • Tek eşle evlilik esası getirildi.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.
  • Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.
  • Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.
Medeni hukuk, şahıslar arasındaki ilişkileri düzenleyen, şahısların doğumdan (tüzel kişilerde kuruluşundan) ölümüne (tüzel kişilerde sona ermesine) ilişkilerini düzenleyen özel hukuk dalıdır. Kişiler hukuku, aile hukuku, eşya hukuku, miras hukuku medeni hukuk kapsamında yer alır ve medeni kanunla düzenlenirler. Borçlar hukuku ve ticaret hukuku da aslında medeni hukukun uzantısıdır. Medeni hukuk salt bir hukuk dalı olmaktan öte hukukun özüdür.
Türkiye'de Medeni Kanun, İsviçre Medeni Kanunundan iktibas edilmiştir. Kazuistik metoda sahip Prusya Kanunu ile devrimci bir felsefeye sahip katı Fransız Kanunu arasında kalarak ortalama bir yol izlemiştir. Kanuna öncelik tanımakla birlikte hakime takdir hakkı da tanımaktadır. 1 Ocak 2002 tarihinde tümüyle yenilenmiş Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesiyle yürürlüğü son buldu.
İNGİLTERE'DE SANAYİ DEVRİMİ
  • İngiltere'de uzun süredir bir anayasal monarşi düzeni oluşmuştur. Bu düzenin temelinde mülkiyet hakkının ve bireysel hak ve özgürlüklerin korunması yatar.
  • 18. yüzyıl İngiltere'si zaten dünyanın mali merkezi konumunda idi.Borsa ve bankacılık sektörleri diğer ülkelerden çok ileri idi.
  • Parlamento, kapitalizm ilkeleri doğrultusunda iç piyasada özgür rekabeti önleyici bütün engelleri kaldırmıştı.
  • İngiltere, sanayi için gerekli en temel hammaddeler olan kömür ve demir yönünden zengin yeraltı kaynaklarına sahipti.
  • İngiltere, dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu idi. Bu da ona hammadde kaynakları ve üretilmiş mallar için geniş pazar olanağı sağladı.
  • İngiliz donanması ve güçlü ticaret filoları, taşımacılığı kolaylaştırdı.
  • İngiltere Avrupa'da zaten Rönesans döneminden beri dokumacılık sanayinde başı çekiyordu.
  • Ingiltere bir ada ülkesidir. Bundan dolayı Avrupa’daki derebeylik mücadelesi, savaşlar, mezhep kavgaları gibi olaylardan uzak kalmıştır.
Fabrika sistemi ile üretim, talep artışı doğrultusunda bir gereksinme olarak ortaya çıktı. Büyük makineler ev üretimi için elverişsizdi. Bu nedenle evler yerine işçilerin makinelerin bulunduğu büyük binalara giderek çalışma sistemi, başka deyişle fabrika sistemi süreç içinde meydana geldi.
Fabrika sistemi hızlı üretim gibi olumlu sonuç yanında sosyal açıdan olumsuz birtakım sonuçlar da doğurdu. Erkek işçiler yanında, hatta onların yerine (daha ucuza çalıştıkları için) çocuk ve kadınlar çalıştırılmaya başlandı. 20 saate kadar varan iş saatleri küçük çocuk ve kadınları eziyordu.

Buna rağmen ücretler yetersizdi. İşçilerin kalifiye olması artık o kadar önemli değildi. Makineler tekdüze, basit, mekanik hareketler yapabilen herkesle çalışabiliyordu. Kalifiye işçilerin normal ücretle iş bulması imkansızlaşıyordu.

10 Ekim 2013 Perşembe

KERBELA SAVAŞININ SONUÇLARI
Kerbelâ'da yaşananlar her yıl Şiî ve Alevîler tarafından muharrem orucu tutmanın yanı sıra törenler şeklinde, bir kısım Sünni Müslümanlar tarafından da tören yapılmaksızın (yalnızca mevlid okunarak ve muharrem orucu tutularak) anılır. Yas tutma savaşın gerçekleştiği Muharrem ayının 10'unda (Aşure Günü) doruğa çıkar. Bu günde konuşmalar yapılır, yapılanlar tiyatro şeklinde canlandırılır ve ağıtlar yakılır. Hüseyin'in neden hayatını feda ettiği özellikle vurgulanır. Baskıya ve zulüme teslim olmadığı belirtilir. Ayrıca Caferi Şiîler, 10 Muharrem Aşura Gününde Hüseyin'e yardım edemedikleri ve onun çektiği acıya engel olamadıklarından dolayı kendilerini sırtlarına zincirle vurarak dövünürler. Aynı şekilde Muhammed'in torunu Hüseyin'in Kerbelâ'da öldürülmesi hadisesi, Sünnilik'te de üzücü bir olay olarak kabul edilip, Yezid Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da Ehli Sünnet inancında yas tutmak câiz olmadığı için Kerbela Olayı, Sünnilik'te Şiâ'dakine benzer bir şekilde her yıl törenlerle anılmaz.
Ali bin Ebu Talib ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı sonrasında İslam Devleti ikiye bölünmüştü. Ali yönetiminde başkenti Kûfe olan ve Muaviye yönetiminde başkenti Şam olan iki devlet kurulmuştu. Ali'nin bir Haricitarafından öldürülmesi, daha sonra Hasan bin Ali'nin baskıyla halifeliği Muaviye'ye bırakmak zorunda kalması, en sonunda da Hüseyin bin Ali ve Yezid arasında gerçekleşen Kerbelâ Savaşı ile bu ayrım derinleşmiş ve İslam'da mezhep ayrılığının temel nedenlerinden biri olmuştur.
Filozof ve sosyolog İbn-i Haldun'a göre Hüseyin akıllı ve içtihat sahibidir. Yani ayet ve hadisleri anlamaya ve doğru şekilde yorumlamaya muktedirdir. Ona göre adaletli bir halife olmayan Yezid'in saflarında savaşmak caiz değildir. Hüseyin'e karşı asker göndermesi fâsıklığını kuvvetlendirir. Bu nedenle Hüseyin'in şehit, ecirli ve sevaplı olduğunu belirtir.Kerbelâ Olayı; Alevî ve Şiî coğrafyada birçok edebi ve müzikal esere konu olmuş, mersiye gibi yeni türlerin doğuşuna neden olmuştur.

9 Ekim 2013 Çarşamba

İSPANYA VERASET SAVAŞI
(1700-1715) İspanya kralı II. Carlos'un ölümünden sonra Avrupa ülkeleri arasında İspanya topraklarının paylaşımı konusundaki anlaşmazlıktan dolayı ortaya çıkan savaştır.
Büyük bir miras bırakacak olan İspanya Kralı II. Carlos'un 1700 yılında ölümü Avrupa'yı yeni bir savaş tehdidi ile karşı karşıya bıraktı. Çünkü Hollanda-Felemenk ve İtalya'nın bir bölümü ile Brezilya dışında Güney Amerika, Büyük Antiller, Kanarya Adaları ve Filipinler'e kadar uzanan İspanya Sömürgeler İmparatorluğunun paylaşılması söz konusuydu.
1700-1715 yılları arasında birçok savaş ve mücadelelere sebep olan İspanya Veraset Savaşı'nın Avrupa ve dünya tarihi açısından önemli özellikleri ve sonuçları vardır. Birincisi: Profesyonel ordularca icra edilen bir savaşlar serisidir. Bu nedenle, geleceğin savaşlarının karakteristiklerini aksettirir. İkincisi : Savaşın sebebi dini olmaktan çıkıp politik-ekonomik bir boyut kazanmıştır. Mücadelede deniz gücünün üstünlüğü etken rol oynamıştır. Üçüncü olarak: "Dünya Savaşı" denebilecek ilk savaştır. Avrupa'nın önde gelen devletlerinin yanı sıra, denizaşırı ülkeleri de içine almıştır.
Avrupa'ya yeni bir statü kazandıracak ve ülkelerin geleceğini yakından etkileyecek olan İspanya Kralı II.Carlos'un ölümünden önce yazdığı Vasiyetname söyle idi: İspanya topraklarının bütünlüğü bozulmadan XIV. Louis'in torununa kalacak, ancak Fransa ve İspanya tahtları birleştirilmeyecektir. XIV. Louis bu teklifi kabul etmezse, taht, aynı koşullarla Habsburg imparatoru'nun oğluna verilecektir.
XIV. Louis teklifi kabul ettiğini açıkladı. İmparatorluğun diğer varisi durumunda olan İngiltere, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, Hollanda, Portekiz, Branderburg ve Savua Dukalıkları aralarında anlaşarak Fransa'ya karşı "Büyük Ittifak"ı kurdular. 1701 yılında başlayan savaşlar, 1712 yılına kadar devam etti.
Fransa'nın yenilgisiyle sonuçlanan İspanya Veraset Savaşı, Utrecht Barışı ve İspanya'nın paylaşılmasıyla sona erdi. Sonuç olarak, XIV. Louis'in torunu V. Felipe İspanya tahtında kaldı. Avusturya, İtalya ve Hollanda'daki birçok İspanyol bölgesini elde etti. Kıta Avrupası üzerindeki Fransız hegamonyası ortadan kalktı ve güç dengesi düşüncesi, uluslararası düzenin bir parçası oldu.
19. yüzyılın büyük çaplı siyasi olayları açısından çok önem taşıyan Utrecht Barışı, Westphalia Barışı ile birlikte "Modern Dünya" nın temellerini atan iki önemli tarihsel olaydır. Günümüz Avrupa'sının temelleri özellikle Utrecht Barışı ile atılmıştır.
HUMBARCI OCAĞI
Osmanlı Devleti'nin askeri teşkilatı'nda humbara yapan ve bunu kullanan sınıfın bağlı olduğu ocak. Kumbaracı ocağı da denilmektedir. Dünyanın ilk havan topu sınıfıdır.
Humbara, demir veya tunçtan dökülmüş el bombasıdır.
Humbaracılık, Osmanlı Devleti'nde 16. yüzyılda Mustafa ismindeki bir topçu bölükbaşısının ilk tunç humbara dökümhanesini kurmasıyla ortaya çıkmıştır. 1729'da Osmanlı’ya ilticâ eden ve Müslüman olduktan sonra Ahmed ismi verilen Kont Bonneval tarafından geliştirilip düzenlendi. 1783'te Sadrazam Halil Hamid Paşa humbaracılar için yeni düzenlemeler getirdi ve 1792'de çıkarılan bir nizamnameyle humbaracıların yetkileri arttırıldı. Humbaracılar, Ahmed Paşa'nın çabalarıyla ordunun en disiplinli ve düzenli sınıfı durumuna gelmişti.
Humbaracı Ocağı'nın ıslahı ilk olarak 18. yüzyılda, Humbaracı Ahmed Paşa ve Sadrazam Osman Paşa'nın isteği üzerine gündeme gelmiştir. 1731'de ıslah projesi hazırlandı ve iki yıl sonra da Üsküdar'da Humbaracı Ocağı kuruldu. Böylece Bosna'dan 300 ulufeli humbaracı adayı ile çeşitli kalelerden seçilen 300 tımarlı humbaracı eğitime başlayarak humbara imalathanesi kurulması yolunda adımlar atıldı. Bir yasa ile tımarlılar 25'er kişilik gruplar halinde İstanbul'a giderek eğitim almaları sağlandı.
Kapıkulu Ocağı'ndaki bozukluklar ve düzensizlik zamanla Humbaracı Ocağı'nı da etkilemeye başladı. 1826 yılında Vaka-i Hayriye sırasında Humbaracıların devletin tarafında olarak topçu ve cebecilere destek olmuştur. Humbaracı Ocağı, Sultan II. Mahmud zamanında Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin kurulmasıyla kaldırılmış fakat varlığını Sultan II. Abdülhamid dönemine kadar sürdürmüştür.
OSMANLILARDA DEVLET ANLAYIŞI
Osmanlılarda devlet yönetimi İslam’a ve eski Türk Devletlerine dayanır.Osmanlı devleti adını kurucusu olan Osman Gaziden almıştır.Devletin başına onunla aynı soydan gelen kişiler geçmiştir.Padişah bütün yetkileri elinde bulundurdu.Dünyevi yetkileri kullanılmasında sadrazamı, dini yetkilerin kullanılmasında ise şeyhulisamı yetkilendirmiştir.Töreye göre memleketin sahibi ve bütün idari işlerin başıydı.Padişaha; bey, gazi, sultan, han, hüdavendigar, halifei Ruyi Zemin, hükümdar gibi ünvanlar da konulmuştur.Koyduğu kurallar onun ağzından çıkmış gibi yazılır ilgili kişilere iletilirdi.Bu belgelere ferman adı verilirdi.Osmanlı yöneticileri ve toplum tarafından devletin sonsuza kadar yaşatılacağına inanılmıştı.Bundan dolayı devlete “Devleti Ebeb Müddet”, “Devleti Aliyye” gibi sıfatlar kullanılmıştır.
Padişahın bütün oğullar taht üzerinde hak sahibiydi fakat I.Ahmet zamanında Ekber-Erşet usulü uygulandı yani ailenin en yaşlı üyesi Padişah olmuştur.
XVI. yüzyılı sonlarına kadar şehzadeler sancaklara, lala adı verilen birinin yanında, sancakbeyi olarak atanırdı.Sancaybeyi olarak atanmanlarındaki amaç ise şehzadelerin yönetim hakkında bilgi ve teccübe kazanmasını sağlamaktı.

8 Ekim 2013 Salı

ORTA DOĞU'DA MANDA YÖNETİMLERİNİN KURULMASI
Sömürgecilik
Sömürgecilik ve emperyalizm değimleri arasında kesin bir ayrım yapılamamıştır. Son yıllarda sömürgecilik değimi kullanılmaz olmuştur. Sebebi ise dünyadaki sömürge alanlarının pek az olmasıdır. Bu gün sömürgecilik yerine emperyalizm kavramı kullanılmaktadır.
Emperyalizm: Bir devletin diğer bir devlet üzerinde ister maddi ister manevi bir kontrol nüfuz kurması veya bir üstünlük sağlaması demektir. Tarihte sömürge kur-mak büyük toprak kazanmak büyük devlet olmak için gerekli sayılmaktaydı. Sömürgecilik bazen dini sebep-lere dayanarak bazen de askeri ve stratejik sebeplerle olmuştur. Sömürgecilikte asıl sebepler ekonomik ve si-yasi sebeplerdir. 19,yy.'da doğan günümüze kadar de-vam eden sömürgecilik tamamen ekonomik faktörlere dayanmaktadır.
Avrupa'yı 1890'lardan itibaren sömürgeciliğe iten faktör tamamen ekonomiktir. 1870'leren sonra endüstrinin gelişmesi başlıca ekonomik faktör olarak görülmektedir. Endüstrinin gelişmesi ortaya bir takım önemli prob-lemler çıkarmıştır; endüstri geliştikçe üretim artmıştır, üretim arttıkça endüstri ülkelerinin kendi nüfusları bu üretimi tüketemez olmuştur. Bu üretim fazlasını dağıta-cak alanlar aramaya başladılar. Öte yandan endüstri-nin ham madde problemi ortaya çıkmıştır. Avrupa'nın sınırlı hammadde kaynağı karşısında yeni hammadde kaynağı bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ekonomik gelişme ile birlikte Avrupa ülkeleri sömürgeleri ile yap-tıkları ithalat ve ihracatlarında endüstri mamulleri yiyecek-içecek ve kömür çok yüksek oranlardaydı. Petrol üretimi de yeni mücadelelere yol açmıştır. 19.yy da ve 20.yy.'ın başlarının en önemli vasıtalarından biri demir yoludur. Demir yolları Asya, Afrika ve Uzak Doğu'ya ulaşımda kullanılmıştır.
ORTA DOĞU
İngiltere Arap halkını Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklan-dırmak için özellikle Mekke şerifi Hüseyin ile bir takım antlaşmalara girişmiştir. İngiltere Şerif Hüseyin'e bir Arap imparatorluğu veya bir Arap Devletleri Federas-yonu kurmayı vaat etmek suretiyle Arapların bağımsız-lık duygularını kışkırtmıştı. Fakat bir yandan bunu ya-parken öte yandan da 1916 yılında Rusya ve Fransa ile yaptığı antlaşmalarla Orta Doğu bölgesini yani Arap ül-kelerini kendisiyle Fransa arasında paylaşılmasını ka-bul ettirmişti. Fakat Bolşeviklerin Çarlığın gizli antlaş-malarını açıklaması Orta Doğu'daki İngiliz Fransız ta-sarıları bakımından soğuk bir duş oldu. Bunun sonu-cunda başkan Wilson da bu gizli antlaşmaları tanıma-yacağını belirtince olayların bu baskısı karşısında ingil-tere ile Fransa 7 Kasım 1918'de Orta Doğu hakkında bir bildirge yayınladılar. Orta Doğu memleketlerinde kendi halkları kendi serbest seçimlerine dayanan milli hükümet ve idareler kuracaklarını bildirdiler. Araplar üzerinde İngiltere ve Fransa'nın bağımsızlıklarını istediği gibi bir izlenim uyandırdı. Halbuki bu iki sömürgeci devlet Arap halklarını ikinci defa aldatmıştı. Hicaz kralı Hüseyin oğlu Faysal'ı büyük ümitlerle Paris Barış Konferansı'na göndermiştir. Faysal konferansta Arap ba-ğımsızlığını hararetle savunmuş olmasına rağmen in-giltere ve Fransa Hüseyin'in Suriye üzerindeki monar-şisini tanımakla beraber Arap memleketlerinde manda rejiminin kurulmasına karar verdiler. 1920 Nisan'ında toplanan San Remo Konferansı'nda da ingiltere ve Fransa, Amerika'nın bu konferansa katılmamasından da yararlanarak, Orta Doğu'daki manda rejimlerini ara-larında paylaştılar. Suriye ve Lübnan'da Fransız, Irak, Ürdün ve Filistin'de de ingiliz mandalarına verildi. Arap halkları için bağımsızlık şimdi aşılması gereken çok uzun bir yol olmuştu. Arapların İngiltere ve Fransa tara-fından aldatılmaları iki savaş arasında Orta Doğu'nun devamlı bir kaynaşma içinde kalmasına neden olmuştu. Batı'nın emperyalizmi Orta Doğu'da kendini göstermişti.
SAN REMO KONFERANSI
I. Dünya Savaşı'ndan sonra 18-26 Nisan 1920'de Os-manlı topraklarının paylaşılması ve Osmanlı ile yapılacak olan Sevr Barış Antlaşması'nın şartlarını hazırlamak için italya'nın San Remo şehrinde toplanan milletler arası konferans idi. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yuna-nistan ve Belçika temsilcilerinin katıldığı konferansta Os-manlı'yı tasfiye ve petrol meselelerini çözümlemek amacıyla toplanmışlardır. San Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'nin Asya ve Kuzey Afrika'da bulunan Arap toprakları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi ba-ğımsız bir Ermenistan'la özerk bir Kürdistan'ın kurulması kararlaştırıldı. Osmanlı'nın eski Suriye topraklarında Suriye (Şam merkezli) ve Lübnan Fransa'ya Filistin ise ingiltere'ye bırakılacaktır. Irak ise ingiltere'nin mandası-na girecekti. San Remo Konferansı'ndan sonra 10 Ağustos 1920'de Osmanlı hükümetine imzalatılan Sevr Antlaşması'nın da özünü oluşturmuştur.
RUSLARIN ORTA ASYA İSTİLASI
  • Altın Orda Devleti'nin yıkılmasıyla Kazan, Kırım, Ejderhan, Kasım ve Sibir gibi hanlıklar kurulmuşlar, iç mücadelelere başlamışlardır.
  • Ruslar birliğini sağlayıp batı'nın askerî tekniğinden faydalanarak, XVI. yüzyılda Kazan Hanlığı'nı, ele geçirdi. XIX. Yüzyıla gelindiğinde Kuzey Kafkasya ve Türkistan bölgesindeki (Doğu Türkistan hariç) Türk ülkelerinin hepsini işgal altına aldı. Bağımsızlık hareketleri sert bir şekilde engellendi.
  • Çarlık yönetiminin baskıcı idaresi Rus olmayan diğer milletlerin çıkardığu 1905 İhtilaline sebebiyet vermiştir. İhtilalden sonra Türkler millî kültürlerini geliştirme imkânı buldular.
  • Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı'nın çalışmalarıyla 15 Ağustos 1905'te "Rusya Müslümanları I. Kongresi" gayrı resmî olarak toplandı. 1906’da 2. ve 3. Toplantılar yapıldı. Bu çalışmalar sonucunda Müslüman Birliği Partisi kurularak Duma'ya temsilciler gönderildi.
  • Rusların baskılarını artırması üzerine Türkler, "Rusya Müslüman Türk Kavimlerinin Haklarını Koruma Cemiyeti"ni kurarak uluslar arası alanda haklılıklarını duyurmaya çalıştılar. Rus Çarlığı'ndan siyasi ve kültürel haklar talep ettiler. Bu istekleri kabul edilmeyince 1916'da Millî İstiklal Ayaklanması'nı başlattılar.
  • Çarlık yönetiminden sonra kurulan geçici hükümet, tüm halkların kanun önünde eşit olduğunu ilan etti. Türkler, politik ve kültürel alandaki çalışmalarını hızlandırdı. 1-11 Mayıs 1917 tarihleri arasında "Bütün Rusya Müslümanlarının I. Kurultayı" toplandı.
  • Bir süre sonra başlayan Sovyet istilasına karşı Türk toplumları ayrı ayrı mücadele vermek zorunda kaldı. Bu durum başarısızlığa sebebiyet verecektir

MELİKŞAH'IN HÜKÜMDARLIĞI
Melikşah 1072'de sultan olduktan sonra babası zamanında vezirlik makamına getirilen Nizamülmülk'ü görevinde bıraktı. Melikşah'ın hükümdar olduğu dönem Büyük Selçuklu Devleti'nin en parlak dönemidir.. Tahta geçtiği ilk yıllarda kardeşi yönetimi ele geçirmek için isyan etti. Onu yenerek ülkesinde düzeni sağladı. Bu arada devletteki iç isyandan faydalanan Gazneli ve Karahanlı devletleri birleşerek saldırdılar. Melikşah bu iki devleti de yendi. Karahanlı Devleti bu mağlubiyetten sonra ikiye ayrıldı. Doğu Karahanlılar'ı Karahitaylar, Batı Karahanlılar'ı ise Harzemsahlar yıktı.
Melikşah tahta çıktıktan sonra Gazneliler ve Karahanlılar Selçuklu topraklarına saldırdılar. 1073'de Gazneliler Sultanı İbrahim Alparslan'ın ölümünü fırsat bilip Hindikuş Dağları kuzeyinde bulunan Horasan bölgelerini ele geçirdi. Fakat Melikşah bir karşı hücumla bu arazileri geri aldı. Bundan sonraki 20 yıl döneminde, birbirinden 20 yıl yaş farkı olan Gazneliler Sultanı İbrahim Han ile Melikşah arasındaki ilişkiler iyi olarak devam etti, sınırlar değişmedi ve bu iyi ilişkiler iki haneden mensuplari arasında yapılan evlenmeler ile pekiştirildi.). Buna karşılık diğer komşu ülkelerine karşı Melikşah daha mütecaviz bir politika uyguladmaya basladi. Selçuklu Devleti'ne yeni araziler katmak hedefiyle arazi fethi için çarpışmalar ve savaşlar yapmıştır. Melikşah Maveraunnehir bölgesine kendinin de şahsen katıldığı iki büyük askeri sefer yapmıştır. 1073/74'deki seferde Batı Karahanlılar'a saldırarak onların Ceyhun Nehri sağ kıyılarında bulunan arazilere çekilmelerini sağlamış ve stratejik bir şehir olan Termez şehrini zaptemiştir. 1089'daki seferde ise yörel ulemanın da desteği ile önemli Samerkent sdrini eline geçirmiş ve orada idareci olan ve eşi olan Türkan Hatun'un yeğeni olan Ahmet Han bin Kezr'i tutuklatmıştır. Bu fetihten sonra sefer Yedişu bölgesine (günümüzde Kazakistan'da bulunan "Jetişu" veya Rusça "Semirechye" bölgesine) yönelmiş ve Kaşgar merkezli olan Doğu Karahanlılar devletinin hükümdarı Ebu Ali el-Hasan Melikşah'in tabiliğini girmeyi kabul etmiştir..
1086-87'de Doğu Arabistan'da Lehsa'da yerleşmiş bulunan Karmatiler üzerine bir ordu göndermiştir. Kafkasya bölgesinde Melikşah'ın Gürcistan'a üç sefer yapmıştır. Bu seferlerden 1078-79 ve 1086'da yapılanlara Melikşah şahsen iştirak etmiştir. Bu seferler sonunda Gence'de idarede bulunan Emir İİİ. Fazıl, Gürcüler Kralı ve bölgedeki diğer mahalli hükümdarlar Büyük Selçuklu Devletinin hakimiyetini kabul ettiler. Güney-Doğu Anadolu'ya Diyarbakır'a yeni yerleşmiş olan Mervani Kürtleri buradan uzaklaştırmak için 1087'de veziri İbni Cahir'in hazırladığı planı uygulamaya başlamıştır. Sonra dikkatinin bu yörenin güneyine Musul ve Halep arasında bulunan ve "Ukeyl aşireti" Araplarınin yerleşmiş olduğu bölgeye çekmiştir. 1086-87'de kışın yapilan bir sefere şahsen iştirak edip Urfa, Halep, Antakya ve Lazkiye'nin Selçuklular eline geçmesini sağlamış ve Büyük Selçuklu Devleti Doğu Akdeniz kıyılarına erişmiştir.Melikşah zamanında Selçuklu komutanları Filistin ve Yemen'de de fetihler yapmistır.
Melikşah'ın bu çok geniş alanlarda askeri seferler ve fetihler yapabilmesine başlıca etken babası zamandında geliştirilip yetiştirillen ordusudur. Bu Selçuklu ordusu bir profesyonel ordu idi ve "gulam" adı verilen kölemenler ve paralı askerlerden oluşmaktaydı. Melikşah'ın devamlı olarak asgari 46 bin süvari askeri emri altında olduğu belirtilmiştir. Bu askerlerie komuta eden yetenekli emirleri de bulunmaktaydı. Melikşah'ın emirleri arasında Emir Savtekin (ö.1084), Emir Bozan (ö.1094), Emir Porsuk (ö.1099), Emir Aksungur (ö.1094), Emir Goharayın (ö.1100) ve Kumak sayılabilir. Melikşah ülkesinin batısında yürüttüğü fetih politikasi Türkmen emirlere dayanmaktaydı. Örneğin Emir Artukü önce Filistin'e Atsız'a karşı sefere gönderdi; sonra Doğu Arabistan'da bulunan Karamatilere karşı seferde komutan yaptı. Yine Türkmen asıllı olan Emir Ahmed'i Gürcüstan'a ilk seferde komutan yapmıştı ve sonra yine Türkmen asıllı Emir Yakup ve Emir İsaböri'yi Gürcistan seferlerine komutan olarak tayin etmiştir. Yemen'e gonderdiği ordunun komutanı'da Türkmen Emir Çabak idi. Bu Türkmen komutanların yol açtığı fetihler çok kere göçebe Türkmenler yeni yerleşecek araziler sağlamaıştır. Örneğin Harran ve Diyarbakır ovalarına Türkmenler yerleşmiştir. Fakat Melikşah 'ın Sultanlığı'nın başında Türkmenlerklle arası iyi olmadığı iddia edilir. Buna örnek olarak 17 Nisan 1073'de amcası Kavurt Bey ile yaptığı "Karaç Muharebesi"'nde Türkemen emirlerinim muharebe içinde Melikşah ordusunu terk ettikleri gösterilir ve bu savaştan sonra da Melikşah'ın ülkesinin merkezinde bulunan İran'daki Cebal bölgesinde bulunan Türkmenleri zorla göç ettirip bu bölgeyi Türkmenlerden temizlediği de bu iddiaya ilave edilir.

SASANİ ORDUSU
Sasaniler zamanında Fars ordusunun (Spah) omurgasını iki farklı ağır süvari birliği oluşturuyordu. Bunlar, Clibanarii ve Catafraktlardır. Bu süvari gücü çocukluktan itibaren eğitilen asillerden oluşturulurdu. Bunlar hafif süvariler, piyadeler ve okçularla desteklenirdi. Sasani taktiklerinin merkezinde, düşmanı okçular, savaş filleri ve diğer birliklerle bozup bölmek, böylece süvarilerilerin yararlanabileceği boşluklar açmak bulunurdu.
Kendilerinden önce gelen Partların tersine Sasaniler gelişmiş muhasara kuleleri geliştirdiler. Bu özellikleri, imparatorluğun Roma'yla giriştiği, başarının şehirleri ele geçirme kabiliyetine bağlı olduğu mücadelelerde önemli derecede yardımcı oldu. Bunun yanında, Sasaniler kendi şehirlerini de saldırılara karşı korumak için birkaç teknik geliştirdiler. Sasani ordusu, bazısı sadece mızrak taşımasına rağmen, kendilerinden önce gelen Part ordusu gibi ağır süvarileri ile meşhurdu. Yunan tarihçi Ammianus Marcellinus'un II. Şapur'un clibanarii süvarileri hakkındaki tarifi ne kadar ağır şekilde teçhizatlandırıldıklarını ve sadece bir kısmının mızrak taşıdığını göstermektedir.
Bütün birlikler demire bürünmüşlerdi. Vücutlarının bütün bölümleri kalın tabakalarla kaplıydı. Öyle teçhiz edilmişlerdi ki bükülmez eklem yerleri uzuvlarına denk geliyordu. İnsan yüzü formları öyle maharetle başlarına uydurulmuştu ki, bütün vücutları metalle kapanmış olduğu için üzerlerine gelen oklar sadece, dışarıyı azıcık görecek şekilde gözbebeklerinin tam karşısına denk gelen ya da burunlarının ucunda azıcık hava alabilecekleri kadar bırakılan küçücük bir açıklıktan girebilirlerdi. Bunlardan mızraklı olan bir kısmı öyle hareketsiz duruyorlardı ki, bronz mengene ve kelepçelerle tutturulmuş olduklarını zannederdiniz.
Bizans imparatoru Maurikios Strategikon 'unda Sasani ağır süvarilerinin mızrak taşımadıklarının ve birincil silahları olarak yaylarına güvendiklerinin altını da çizer.
Azadan (Asavaran ya da Azatan) asillerinden oluşan şövalye kastına bağlı bir askerin maliyeti küçük bir konak ya da malikaneydi. Bu meblayı kraldan alan asiller bunun karşılığında imparatorluğun savaş zamanı en dikkate değer savunucularıydı.

ŞEHNAME'NİN ETKİLERİ
Şehnâme’nin Firdevsî tarafından 10. yüzyıl’ın sonunda kaleme alınmasından sonra, Doğu edebiyatlarında Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Pek çok şair, Şehnâme kahramanları etrafında oluşturdukları müstakil eserlerle bu geleneğin yerleşmesini ve devamını sağlamıştır. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça tercümelere dayalı hikâyeler anlatan meddahtipindeki hikâyecilere Firdevsî’nin Şehnâme’sinden hareketle “Şehnâme-hân (Şehnâme anlatıcısı)” denildiği de görülmektedir. Evliya Çelebi de, Şehname'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır.
Osmanlı sahasına baktığımızda, Osmanlı şairlerinin de bu gelenekten oldukça etkilendikleri görülür. Özellikle Divan edebiyatının kuruluş ve gelişme yıllarında bu etki oldukça üst düzeydedir. Şiirde övülen kişiler Şehnâme kahramanlarıyla karşılaştırılmış; bu beyitlerin anlamsal kurguları, yine onlara telmihlerde bulunularak oluşturulmuştur.
Şehnâme’nin Divan edebiyatı üzerindeki etkisi bununla sınırlı kalmamıştır. Bazı şairler, Şehnâme’yi manzum veya mensur olarak dönemin Türkçesine aktarmışlardır. Doğu kültürüne ait kimi mitolojik ögeler, imgesel değerleriyle, her devir Türk şiirine kaynak teşkil etmiştir. Özellikle Şehnâme’den etkilenme ve Şehnâmenin kahramanlarından esinlenme, Klasik edebiyatımız içerisinde daha yoğun olarak hissedilmekle birlikte; Halk edebiyatımızın çeşitli anlatım türlerinde (destan, masal, efsane vb.), Halk şiirimizin içeriğinde ve çağdaş Türk şiirinde de sıkça karşılaşılan bir olgudur.
Şehnâme, tarihte yaşandığı kabul edilen İran-Turan savaşlarına ve ilişkilerine ışık tutması bakımından da önemli bir kaynaktır. Firdevsî’nin zaman zaman övdüğü, zaman zaman da kendi milletini yüceltme adına küçümsediği Efrasiyâb’ın İskit destan kahramanı olduğu pek çok kaynakta belirtilmektedir.İskitler çoğu araştırmacıya göre irani bir kavim ve Medler arasında absorbe olup kayboldular.
14. yüzyılın sonununda, her nasılsa, Firdevsî epiği, yerini çoğu kez daha kısa benzetme epiklere bırakmıştır. Çoğunlukla “ikinci“ veya “son“ olarak tanımlanan epikler ki bunlar Garšāsp-nāmaBorzu-nāmaBahman-nāma ve Sām-nāma gibi epikler dahil edilir.
II.ABDÜLHAMİD'İN TOPRAKLARI ELDE TUTMA DÖNEMİ
Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. Abdülhamid yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi örgütler güç kazandı. 1887'de Maraş'a bağlı Zeytun'da, 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895'te bu olayların ülke çapında bir ihtilale dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul'da Ermeni örgütlerinin Kumkapı'da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti tarafından Anadolu'da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa, Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi. Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde örgütlendi. 1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda genellikle Hamidiye katliamları olarak adlandırıldı ve liberal Avrupa basınında Abdülhamid aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu.1897 yılında, Girit'in Yunanistan'a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine "barut kokusu" artık duyulmaya başlamıştı. Bunun üzerine vükela meclisi Mâbeyne çağrıldı. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Herkes Yunanlılara harp açılmaması yolunda fikirler ileri sürdü. Bunu söyleyenler, ülkenin durumunun iyi olmadığını izah ederek: -Harbe girmek hata olur, diye rey veriyorlardı. Bu fikrin baş müdafii İzzet Paşa idi. Zaman zaman dışarı çıkarak padişahın yanına gidiyor, müzakereler hakkında bilgi veriyordu. Fakat Rıza Paşa ve birkaç devlet adamı, eğer Yunanistan'a karşı korkak bir tavır içine girilirse, bütün Rumeli’nin parçalanacağını ve belki de İstanbul’un tehlikeye düşeceğini savundular ve Sultan II. Abdülhamid ile gizlice görüşerek bu fikirlerini ona bildirdiler. Savaş taraftarı olan padişah hemen hazırlıkların yapılmasını istiyordu. İşte tam bu sırada harekete geçen Yunan ordusu Alasonya'ya saldırdı. Hazırlıksız bulunan Yanya'daki Osmanlı tümeni, Yunan birlikleri önünden ric'at etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine İstanbul'daki I. Ordu, Umum Kumandanı Ethem Paşa kumadasında Yunanistan üzerine harekete geçti. Birkaç gün içinde Yenişehir'i (Tesalya) ele geçirdi. Daha sonra Atina yolu üzerindeki Milona geçitlerine geldi ve burasını savunan Yunan ordusunu, 23 Nisan 1897 günü büyük bir mağlubiyete uğrattı. Milona Meydan Savaşı ile, Avrupalıların, geçilemez de dikleri bu geçitleri aşan ordu, güneye çekilen Yunan ordusu ise, Atina ile Tesalya arasındaki Dömeke’de yeniden karşılaştı. Yunanlıların son müdafaa hatları olan Dömeke’de, 25 bin kişilik Yunan ordusu perişan edildi ve bir daha toparlanamadan darmadağın edildi. Bu muharebede Abdülezel Paşa şehid düştü. Ordu hızla ilerleyerek birkaç saat içinde Atina'ya girdi.
15-17 Mayıs tarihinde Dömeke'de yapılan muharebede Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğradı. Avrupa devletlerinin müdahalesi ile mütareke yapıldı. Osmanlı lehine Tesalya sınırındaki bazı küçük değişiklikler dışında savaştan önceki sınırlara dönüldü. Yunanistan Osmanlı Devleti'ne 4 milyon lira savaş tazminatı ödemeyi kabul etse de bu tazminat tahsil edilemedi. Oysa buna karşılık Girit'e özerklik verilmişti.
İttihatçılar tarafından Abdülhamid dönemine "Devr-i İstibdâd" (İstibdat Dönemi) adı verilir.
UŞİ ANTLAŞMASI
(18 Ekim 1912İtalya Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Trablusgarp Savaşı sonunda imzalanan antlaşmadır. Bu anlaşma İtalyan tarihinde Trattato di Losanna - Lozan Anlaşması olarak geçmektedir. "Ouchy" Lozan'ın bir semtidir. Türkiye tarihinde 23 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması ile anlam karışmasını önlemek için Uşi (Ouchy) Anlaşması olarak anılmaktadır.Trablusgarp Savaşı devam ederken Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine, Osmanlı İmparatorluğu İtalya Krallığı'dan barış istemek zorunda kaldı. Barış antlaşması, İsviçre'nin Lozan şehrinin Leman gölü kıyısında yer alan Uşi semtinde imzalandı. Yapılan antlaşma gereğince, Trablusgarp ve Bingazi'ye tam bir özerklik tanındı. Osmanlı İmparatorluğu, buradaki askerlerini geri çekecekti. Bu İtalya'ya, Trablusgarp ve Bingazi'yi serbestçe işgal edebilme fırsatını veriyordu.
Buna karşılık İtalya, elinde tuttuğu Rodos ve çevresindeki Oniki Ada'yı bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu'na geri verecekti. Ancak adaların Osmanlı İmparatorluğu'na teslimi hiçbir zaman gerçekleşmedi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra da adalar Yunanistan'a verildi.
Uşi Antlaşmasının başlıca maddeleri şunlardı :
  1. Trablusgarp ve Bingazi'ye tam bir özerklik tanındı. Trablusgarp ve Bingazi, yeni bir kanun ve özel düzenle yönetilecektir.
  2. Trablusgarp ve Bingazi'de Osmanlı Devleti'nin çıkarlarını, padişah adına naibü's-sultan olarak tayin edilen bir görevli koruyacak, dini ve adli işler, padişah tarafından seçilecek kadılar eliyle yürütülecekti. Kadı ve Naibü's-Sultan'ın maaşları, Osmanlı maliyesince ödenecekti.
  3. İtalya Oniki Ada'yı geçici olarak elinde tutacak, Osmanlı İmparatorluğu Balkan Savaşlarında bu adaları savunamayacaktı.
Özellikle Yunanistan'ın adaları işgal edebileceğinden korkulmuştur. Fakat İtalya II. Dünya Savaşını kaybedip adaları 1947'de Yunanistan'a devredene kadar elinde tutmuştur.
BEYRUT DENİZ MUHAREBESİ 1912
1911-1912 yılları arasında cereyan eden Trablusgarp Savaşı'nın bir parçası olarak 24 Şubat 1912 tarihinde, Beyrut yakınlarında Osmanlı ve İtalyan kuvvetleri arasında meydana gelen deniz savaşı.
Trablusgarp Savaşı devam ederken İtalyan kuvvetlerinin Libya sahillerine çakılıp kalmaları ve iç bölgelere bir türlü girememesi üzerine, İtalyan hükûmeti, Oniki Ada ve diğer bazı Osmanlı şehirlerini baskı altına alarak ve tazyik ederek Osmanlı hükûmetine barış antlaşmasını zorla imzalatmaya karar verdi. İtalyanların saldırmayı düşündüğü şehirlerden biride Beyrut'tu. Beyrut bir Osmanlı şehri olmasına karşın Fransız nüfuzunun yoğun olduğu bir bölgeydi; şehirde çok sayıda Avrupalı yaşıyordu. Aynı zamanda Beyrut bütün ilahi dinlerce kutsal sayılan Kudüs'ün bir kapısı durumundaydı. İtalya'nın Beyrut'a saldırısı, sadece Osmanlı İmparatorluğu'nu değil diğer Avrupa devletlerini de rahatsız edecek; bunun sonucunda büyük devletler barışa zorlamak için Bab-ı Âli'ye baskı yapacaklardı.
Bu gerekçelerle 24 Şubat 1912'de bir İtalyan filosu Beyrut'a saldırdı; limanda bulunan iki Osmanlı gemisi batırıldı ve şehir topa tutuldu.
İtalya'nın Beyrut'u bombardımanı, büyük devletleri harekete geçirdi. 9 Mart 1912'de büyük devletlerin Roma'da bulunan elçileri, İtalyan Dışişleri Bakanı San Giuliano ile ayrı ayrı görüşerek hükûmetlerinin savaşı sona erdirmek için taraflar arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduklarını bildirdiler. Ayrıca Trablusgarp Savaşı Libya ile sınırlı kalmayıp, Ege Denizi, Doğu Akdeniz ve Kızıl Deniz bölgesine de yayılmıştı.Bu gelişmelerden ötürü Beyrut bombardımanı, Kızıl Deniz bölgesinde yer alan ve Osmanlı Sınırına yakın Eritre ve Somali gibi İtalyan sömürge bölgelerinin güvenliğinin sağlanması ve bu bölgelere sevkıyatın sağlıklı bir şekilde yürütülmesini sağlaması bakımından da İtalyanlar için faydalı sonuçlar sağlamıştır.

7 Ekim 2013 Pazartesi

GAZİ MUSTAFA KEMEL ATATÜRK'ÜN DÖNEMİNDE SİYASİ OLAYLAR
Cumhuriyetin ilanından sonra, Milli Mücadeleyi başlatan beş kişilik kadronun Mustafa Kemal dışındaki dört üyesi (Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa) muhalefete geçerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdular. 1925 Mart'ında çıkan Genç Hâdisesi (Şeyh Sait İsyanı, Doğu İsyanı) üzerine sıkıyönetim ilan edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı.
1927'de kabul edilen Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü ile Atatürk partinin "değişmez genel başkanı" ilan edildi ve milletvekili adaylarını seçme yetkisi, kaydı, hayatı boyunca kendisine tanındı. 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan CHF ikinci kurultayında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan Nutuk'u (Söylev) okudu.Kurtuluş Savaşı'nın Gazi'nin bakış açısıyla anlatımını içeren Nutuk, Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Mücadeleye ilişkin resmi görüşünün esasını oluşturur ve Milli Mücadeleyi Mustafa Kemal Paşa ile birlikte başlatan ve yürüten askerî ve siyasi şeflere karşı (Rauf, Karabekir, Refet Bele, Mersinli Cemal Paşa, Cafer Tayyar Eğilmez, "Sakallı" Nurettin Paşa, Celalettin Arif Bey vb.) bir polemik niteliği de taşır. 1927 yılında askerlikten Mareşal rütbesiyle emekli oldu.
10 Nisan 1928 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle anayasadan devletin dininin İslam olduğu hükmü ve TBMM’nin görev ve yetkilerinden söz eden 26. maddeden dini hükümlerin yerine getirilmesi ibaresi çıkarılmıştır. Ayrıca, milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının yeminlerinden “vallahi” sözcüğü çıkarılmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 yılındaki programında, laiklik partinin ana unsurlarından biri olarak belirtilmiştir.
12 Ağustos 1930'da İsmet Paşa'nın hükûmetine alternatifleri sunmak amacıyla çok partili demokratik hayata kavuşmak için Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yakın arkadaşı Fethi Bey (Okyar)'e Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdurarak kız kardeşi Makbule Hanım (Boysan, Atadan),çocukluk ve okul arkadaşı Nuri Bey (Conker)'leri de üye yaptırdı. Ancak 17 Kasım 1930'da gericilerin partiyi kullanmaları korkusu ve partinin Mustafa Kemal'i hedef almasından dolayı partiyi fesih etti.
Bu demokrasi denemesinden biraz önce, ordunun siyasete müdahale etmesinin demokrasiye zarar verebileceğini düşünerek Askerî Ceza Kanunu (22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 Sayılı Kanun)'nu meclisten geçirdi. Bu kanunun 148. maddesine Ordu mensubunun siyasi toplantılar ve gösterilere katılmasını siyasi partiye üyesi olmasını, siyasi maksatlarla şifahi telkinlerde bulunmasını, siyasi makale yazmasını ve siyasi nutuk söylemesini yasaklanan hükmü koydurdu.
29 Ekim 1933'te Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmada ülkenin kuruluş temelini ve gelecek vizyonunu yalın bir dille tüm dünyaya ve Türk Milleti'ne anlatmıştır.
V.MURAT'IN TAHTTAN SONRAKİ YAŞAMI

II. Abdülhamit tarafından ailesi ile birlikte zorunlu ikamete mecbur edildi. Akıl sağlığı bir süre sonra düzeldi. İki yıl sonra Ali Suavi vakası patlak verince ailesiyle beraber Çırağan'ın bugün Beşiktaş Anadolu Lisesi olarak kullanılan harem binasına nakledildi. Bu olaya kadar tanınan bir takım serbestlikler tamamen kaldırılmış ve eski padişah ailesi ile beraber pek çok mahrumiyetlere maruz kalmıştır. Akıl sağlığına tekrar kavuştuğu yönündeki söylentilerin maiyetindeki bazı kalfalar tarafından ortalığa yayılması bu tedbirlerin alınmasında etkili olmuştur. Çırağan'ın dışarı ile tamamen irtibatının kesilmesi ve sıkı bir tarassut altına alınması bu dönemdedir. Ailesi ve maiyetindekilerle beraber kalabalık bir grubu oluşturmuşlar ve bu zümreye "Çırağanlılar" adı verilmiştir.
Günlerini piyano çalarak, torunlarına ithaf ettiği besteler yaparak ve onların müzik yönünde eğitimleriyle ilgilenerek geçirdi. 28 yıl süren bu uzun mahrumiyet yıllarında ailesi genişlemekle beraber kayıplar da yaşanmıştır. Çırağan yıllarında iki kızı, sekiz torunu ve Şehzade Ahmed Nihat Efendi'nin oğlu olan torun çocuğu Şehzade Ali Vasıb Efendi dünyaya gelmişlerdir (1903).
Bununla beraber Fehime Sultan'ın annesi Meyliservet Kadınefendi, kızı Aliye Sultan, torunu Celile Sultan, Selahaddin Efendi'nin ölü doğan iki oğlu ve üç gelini vefat etmiş bu kayıplar eski padişahı derinden sarsmıştır. Özellikle büyük bir sevgiyle bağlı olduğu annesi Şevkefza Valide Sultan'ın vefatından sonra günlerce kimseyle görüşmemiş, yemek yemeği bile reddederek kederini uzun zaman yaşamış, eski günlerindeki hayata bağlı halinden eser kalmamıştır. Kızı Hatice Sultan'ın, II. Abdülhamit'in damadlarından Kemaleddin Paşa ile giriştiği bir gönül ilişkisinin açığa çıkması üzerine şeker hastalığına yakalanmış ve bu rahatsızlığına eşlik eden kanlı basurunda etkisiyle 29 Ağustos 1904 'de vefat etmiştir.
Sultan II. Abdülhamit tarafından sessiz sedasız ve gösterişsiz şekilde Yeni Camii Türbesi'nde annesinin yanına defnedilmesi emredildi. Cenazesi Topkapı Sarayı'na nakledilmiş, padişahlara mahsus şekilde Hırka-i Saadet Dairesi'nde gasledilerek teçhiz ve tekfini yapıldıktan sonra cenaze namazı için Sirkeci'ye getirilmiştir. Burada halkın dikkatini çekmemek ve herhangi bir taşkınlığı engellemek için askeri birlikler kordon oluşturarak sıkı tedbir almalarına rağmen, bazı gruplar kordonu aşarak tabuta ulaşmışlar ve eski padişaha duydukları saygıyı göstermişlerdir. Yeni Camii Turhan Valide Sultan Türbesi'ne ek olarak inşa edilen Cedid Havatin Türbesi'nde annesinin yanına defnedildi.
TUNALI HİLMİ'NİN CENEVRE YILLARI
Tıp eğitimi yarım kalan Tunalı Hilmi, öğrenimine Cenevre Üniversitesi pedagoji bölümünde devam etti. Artık İstanbul’daki İttihad-i Osmani Cemiyeti ile Avrupa’daki Jön Türkler “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında birleşmişti. Tunalı Hilmi, Cemiyetin Cenevre şubesini kurdu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1896 yılında gerçekleşen olağanüstü toplantısında başkan seçilen Mizancı Murat, 1897’de hareketin merkezini Cenevre’ye taşıdı. Tunalı Hilmi, Mizancı Murat’ın çıkardığı Mizan gazetesine ve Paris şubesini yöneten Ahmet Rıza Bey’in çıkardığı Meşveret düzenli yazılar yazdı; Jön Türkler'in amaç ve hedeflerini açıklayan "Hutbe" adlı broşürleri yayımladı. Ayrıca Avrupa’da eğitim gören Türk öğrencilere yardımcı olmak amacıyla “Osmanlı Talebe Cemiyeti”’ni kurdu ve “Avrupa’da Tahsil” adında bir kılavuz kitap yayınladı.
Juliette adında İsviçreli bir hanım ile evlenen Hilmi bey’in bu evliliğinden Sevda (1902-1958) adında bir kızı, İnsan adında bir oğlu dünyaya geldi.
Padişahın görevlendirdiği Ahmet Celaleddin Paşa 1896’da Cenevre’ye gelmiş ve Jön Türkler’i İstanbul’a dönmeye ve padişaha bağlı kalmayı çağırmıştı. Paşa’nın “Hutbe” kitapçıklarını ve gazete kalıplarını satın alma teklifini kabul eden Tunalı Hilmi, aldığı para ile çalışmalarını sürdürdü ve 1896’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içinde özel bir şube olan “Osmanlı İhtilal Fırkası”’nı kurdu.
Silahlı eylemle mücadele taraftarı olan Osmanlı İhtilal Fırkası’nın çalışmaları Jön Türk çevrelerinde yeni örgütlenmeler oluşmasını hızlandırdı. Bu örgütler 1897’de bir ihbar sonucu ortaya çıkınca İstanbul’daki 78 Jön Türkü Trablusgarp’a sürgüne gönderen Sultan Abdülhamit, Avrupa’daki Jön Türklerle görüşmesi için Celalettin Paşa’yı yeniden Cenevre’ye gönderdi. Cemiyet Başkanı Mizancı Murat, bu defa cemiyetten istifa edip İstanbul’a dönmek konusunda ikna olmuştu. Mizancı Murat’ın istifası üzerine cemiyetin genel sekreterliğini üstlenen Tunalı Hilmi, Paşa’yı bu örgütlerle bir ilgisi olmadığına ikna etti ve Hutbe’nin satışından kalan parayı aldı; bu parayla 1 Ocak 1897’de "Osmanlı Gazetesi"'ni çıkardı. İshak Sükûti ve Abdullah Cevdet ile birlikte çıkardığı bu gazetede Türkçü, milliyetçi, cumhuriyetçi fikirlere yer verildi. Abdülhamit, yönetimin aleyhine yayınlarını durdurması konusunda görüşme için bu defa Paris sefiri Münir Paşa’yı gönderdi ise de Hilmi Bey buluşmayı reddetti.
 NASTURİ AYAKLANMASI
(7 Ağustos-26 Eylül 1924) Güneydoğu Anadolu'da Süryanilerin bağımsızlık için başlattığı isyan hareketi. İsyan İngiltere'nin kışkırtması ile başlamış ve İngiliz uçakları asilere yardım amacıyla Türk mevzilerine saldırmıştır.
Nasturiler, I.Dünya Savaşı'na girildiğinde Osmanlı'ya karşı cephe almışlardı. İçlerinden büyük kısmı Ruslara sığınmış ve İran'ın Hoy, Urmiye bölgesine yerleştirilmişlerdi. Rus ordusu da bölgenden çekilince zaman zaman Türk kuvvetleriyle çarpışmışlardı.
Böylece Türk idaresinden çıkmaya yönelen Nasturiler, Musul sorunu'nun İngiltere ile bir savaş olasılığını da içeren derin bir anlaşmazlığa dönüştüğü sırada öteden beri kendilerini destekleyen İnglizlerden de güç alarak ayaklandılar. Londra Başpiskoposluğu sanını taşıyan bazı misyonerlerin bir süredir propaganda yaptığı biliniyordu. Diyarbakır'da konumlanmış VII. kolordu komutanı Cafer Tayyar Paşanın (Eğilmez) tespitlerine göre Van'ın güneyinden Siirt ilinin doğusundan ve Mardin ilinin kuzeydoğusundan Irak sınırına uzanan geniş alanda yayılmış Nasturiler, İngilizlerin yardımıyla silahlanmışlardı. Artık aralarına devlet memuru girmez olmuştu, son olarak bölgede muvazzaf 2 jandarma şehit edilmişti.
İsyanı bastırmak için bölgeye kuvvet gönderildi. Ancak İngiliz uçakları, Irak sınırının kesinleşmemesinden faydalanarak Türk sınırını geçmiş ve kuvvetlerimize ateş açtı. İngilizler bununla da yetinmeyip Türk hükümetine bir nota vererek bölgedeki askeri harekatın durdurulmasını istemişler, aksi halde Türkiye'ye karşı harekat düzenleyceklerini bildirdiler. Bunun üzerine hükümet 14 Ağustos'ta Cafer Tayyar Paşa'ya isyanı bastırma görevi verdi. İsyanın bastırılması için başta Simko diye tanınan Şikak Aşireti başkanı İsmail Ağa ile çeşitli Kürt aşiretleriyle irtibat kuruldu.
İsyan 26 Eylül'de kesin olarak bastırıldı. Sınırı geçerek kaçmak zorunda kalan Nasturiler de İngiliz mandasındaki Irak'a sığındılar.

6 Ekim 2013 Pazar

BENİTO MUSSOLİNİ'NİN ÖLÜMÜ
Savaşın son günlerinde 25 Nisan 1945'de bir Alman delegesini bekleyen Mussolini, kimsenin gelmemesiyle şaşkına dönmüş, Aldatıldık, yine Almanlar tarafından aldatıldık demişti. 27 Nisan sabahı zırhlı bir araba ve yirmibeş kamyon ile beraber yola koyuldu. Amacı İspanya'ya kaçmak için bir uçağa binmek üzere İsviçre'ye gitmekti. Yolda ilerlerken partizanlarla Musso adı verilen yerde çatışmaya girdi. Faşistler hemen teslim olsalar da Mussolini zırhlı arabayla kaçmayı başardı. Mussolini ve beraberindekiler, Komünist partizanlar Valerio ve Bellini ve 52. Garibaldi Tugayı Siyasal Komiseri Urbano Lazzaro tarafından, Dongo köyü (Como Gölü) yakınlarında durduruldu. Partizanlar arabayı ararken battaniyeye sarılmış bir erkek buldular. Arabanın içindekiler Zavallı bir sarhoş diye geçiştirmeye çalışsalar da battaniyeyi kaldıran partizan Mussolini'yi tanıdı ve böylece yakalanmış oldu.
Partizanlar tarafından birkaç kez Como'ya götürülmek istendi fakat başarısız olununca Mezzegra'ya getirildiler. Orada De Maria ailesinin çiftlik evinde son gecelerini geçirdiler. Ertesi gün 28 Nisan'da Ulusal Kurtuluş Komitesi'nden Mussolini'yi öldürme emrini alan asıl adı Walter Audisio olan Albay rütbeli komünist partizan Colonnello Valerio, Mussolini ve Petacci'yi vurarak öldürmüştür. Öldürülme olayı resmi versiyonuna göre şöyle gelişmiştir: Audisio, Mussolini ve metresi Petacci'nin tutuklu oldukları çiftlik evine gitti ve tutuklu kaldıkları odaya girdi. Onlara İtalyan ulusuna adaleti iade etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum diyerek çok kısa bir konuşma yaptı. Sonra ikisinede Çökün diye emretti ama bunu reddeden Petacci, Mussolini'ye sarıldı. Audisio'nun elinde ki makinalı tüfek tutukluk yaptı, patlamadı. Bir ikinci silahda tutukluk yaptı. Sonunda dayanamayan Albay Audisio, muhafızlardan birinin makinalı tüfeğini kaparak ikisine doğrulttu. Audisio ilk önce Mussolinin metresi Petacci'ye ateş etti ve Petacci vurularak yere düştü. Tam o sırada Mussolini ceketini açtı ve "Göğüsümden vur beni!" diyerek haykırdı. Audisio hiç beklemeden ateş ederek Mussolini'yi göğsünden vurdu. Mussolini yere düştü ama ölmedi ve ağır nefes alıyordu. Audisio yanına gitti ve göğsüne bir kurşun daha sıkarak vurdu. Audisio savaştan sonra yayınladığı anılarında, Mussolini ve metresini toplam 5 kurşun ile vurarak öldürdüğünü belirtmiştir.
Mussolini'nin maiyetindeki diğer üyeler (başta bakanlar ve İtalyan Sosyal Cumhuriyeti yetkilileri) aynı gün akşama doğru bir idam mangası önünde idam edilmiştir. Ertesi gün Mussolini'nin, sevgilisinin ve birkaç yandaşının cesedi Milano'da Loreto Meydanı'nda ki Esso benzin istasyonunun çatısından başaşağı sallandırıldı. Teşhir edilen vücudu, halk tarafından tekmelendi ve tükürüldü. Devrik liderin cesedi alaya ve istismara maruz kaldı. Ölümünden ve Milano'da cesedinin halka gösterilmesinden sonra, Mussolini'nin cesedi kentin kuzeyinde, Musocco mezarlığında ki bir mezara gömüldü.
Stalin, Lenin ve Mikhail Kalinin (Rus Komünist Partisi'nin VIII. Kongresi'nden fotoğraf, Mart 1919).
NEVŞEHİRLİ DAMAT İBRAHİM PAŞA
Nevşehir (Muşkara)'de dünyaya geldi. Babası İzdin (Zeytin) Voyvodası Ali Ağa idi.
İş bulmak için İstanbul'a gelmiş ve Eski Saray masraf katibi Mustafa Efendinin delaletiyle (tavsiyesiyle) 1689'da sarayın helvacı ocağına, daha sonra eski saray baltacıları ocağına kaydolmuştur. İbrahim Efendi hizmetleri ile zamanla yükselip Darüssaade ağasının yazıcı halifesi olarak Padişahın bulunduğu Edirne'ye gitti. Şehzade Ahmet'in padişah olmasından sonra 1703'te Darüssaade ağası yazıcılığına tayin edildi. Bu vazifedeyken padişahın itimat ve teveccühünü kazandı. Ancak Sadrazam olan Çorlulu Ali Paşa onu Edirne'ye gönderdi.
1715'te Mora Seferine çıkan Veziriazam Silahdar Damat Ali Paşa, İbrahim Efendi'yi mevkufatçılıkla beraberinde götürdü. Buranın alınmasından sonra da tahrir (katiplik) işi ile vazifelendirildi.
İbrahim Efendi, 1716 yılında Avusturyalılarla yapılan Petrovaradin Muharebesi'nde bulundu. Mağlubiyetten ve sadrazam ve serdar-i ekrem olan Silahdar Damat Ali Paşa] şehit olduktan sonra vaziyeti Padişaha arz etmek üzere bir arıza ile ordu tarafından Edirne'ye gönderildi. III. Ahmet çok güvendiği İbrahim Efendi'yi geri göndermeyerek birinci ruznameci yaptı. Birkaç gün sonra da 3 Ekim 1716'da sadaret kaymakamlığına tayin etti.
İbrahim Paşa, şehit Silahdar Damat Ali Paşa'nin dul kalmış bulunan III. Ahmet'in kızı Fatma Sultan'la 1717'de nikahlanarak Damat oldu. İbrahim Paşa'nın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilerek Avusturya ile Pasarofça Antlaşması'nı imzaladı. Aynı yıl Venediklilerle de barış yapıldı.
İbrahim Paşanın on üç yıl süren sadrazamlığı zamanında İran ile bir kez savaş yapıldı. Ancak oluşturulan genel barış ortamında devlet bir huzur dönemine girmiştir.
Lale, Çırağan, Sadabad ve diğer mesirelerde, helva sohbetleri düzenlenmesi de bu dönemde oldu. Bunun yanı sıra ilk matbaanın tesisi ve sanayi müesseselerinin kurulması onun gayretleri ile gerçekleşti.
İbrahim Paşa, Eylül 1730'da meydana gelen Patrona Halil İsyanı sırasında Sultan III. Ahmet'in heyetiyle birlikte vardığı karar uyarınca öldürülerek cesedi isyancılara teslim edildi. Cesedi paramparça edildi.

2 Ekim 2013 Çarşamba

GİUSEPPE GARİBALDİ'NİN GÜNEY AMERİKA MACERALARI
Tunus'dan sonra Garibaldi Brezilya'ya gitti. "Rio Grande do Sol" (eski Brezilya'nın Sâo Pedro Do Rio Grande do Sol bölgesi) Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı olayına açıldı. Gaucho (Portekizce bir terim olup Güney Amerika Pampas "ağaçsız geniş ovalar" da yaşayanları tanımlamak için kullanılır) isyancı grubuna katıldı. Onlar Farrapos (Tatters:parça,çaput) olarak biliniyordu ve yeni olan Brezilya ulus bağımsızlığına karşıydı. Garibaldi bu savaş sırasında, Tatter ordusunun Brezilya'da "Santa Catarina" bölgesinde diğer bir Cumhuriyet ilan etmeye çalıştığında bir kadına rastladı. Anita Ribeiro da Silva (en iyi "Anita" olarak tanınıyordu.) Ekim 1839 da Anita kocası Manuel Duarte Agular'ı terk etti. Rio Pardo'da gemisinde Garibaldi'ye katıldı. Bir ay sonra sevdiği kişinin tarafında İmbituba ve Laguna savaşlarına katıldı.
1841'de çift Montevideo'ya (Uruguay) hareket etti.Garibaldi orada tüccar ve okul müdürü olarak çalışıyordu. Takip eden yılda evlendiler. Dört çocukları oldu. Monetti 1840, Rosita 1843, Terasita 1845 ve Ricciotti 1847'de doğdular.Kadın at biniciliğinde ustalaşmış Anita'nın Garibaldi hakkında onun Güney Brezilya ve Uruguay Gaucho kültürüne sahip olduğunu düşündüğü söylenir.
1842'de Uruguay filosu komutanlığını aldı ve Arjantin diktatörü Juan Manuel de Rosa'a karşı İtalyan lejyonunu mevziledi. Ülkenin savaşı (Guerra Grande)için Lejyon İtalya yas gününü temsil eden siyah bayrağı benimsedi. Merkezindeki volkan, vatanındaki uyuyan, uyuşuk güçleri temsil ediyordu. Uruguay'daki lejyon ilk kımızı gömlek giyiyordu. Montevideo'daki fabrikadan temin edilen. Fabrika gömlekleri Arjantin'deki bir mezbahaneye ihraç etmeyi tasarlıyordu. Garibaldi ve onun takipçilerinin sembolü haline geldi. 1842 ve 1848'de Garibaldi Montevideo'yu, eski Uruguay diktatörü Manuel Oribe'nin liderlik ettiği Arjantin kuvvetlerine karşı savunuyordu. Gerilla savaşında ustaca bir taktik belirleyerek 1846 da Cerro ve Sant'Antonio savaşlarında iki kutlanacak zafer elde etti. Her ne kadar bazı Uruguay gemilerini yönettiğinde az başarı elde etmiş olduğu halde.
Vatanını alın yazısı, her durumda Garibaldi'yi ilgilendirmeye devam ediyordu.
1846'daki papa IX. Pius'un seçimi İtalya yurtseverleri içinde sansasyona sebeb olmuştu. Hem İtalya'da hem de dışarda. Papanın başlangıç reformlarında Vicenza Giobetti (5 Nisan 1801-26 Ekim 1852) hakkında onun İtalya'nın birliği için liderliği temin edeceği kehanetinde bulunuyordu. Bu haber Montevideo'ya ulaştığında Garibaldi papaya bir mektup yazar.
KRAL İMPARATOR I.WİLHELM
(d. 22 Mart 1797– ö. 9 Mart 1888) Prusya kralı (2 Ocak 1861–9 Mart 1888) ve ilk Alman İmparatoru (18 Ocak 1871–9 Mart 1888) idi.
I. Wilhelm 1858'de Prusya'nın yönetimini kardeşinden devraldı. Yeni kralla yeni bir siyasi seyrin başlayacağı ümidine kapılmış pek çok kişi bulunmaktaydı. Başlangıçta esasen beklentiler doğrultusunda liberal bir yönetimin oluşacağına dair izlenimler vermekteydi. 1858'de aynı dönemde İtalya 'da güçlü birlik hareketi oluşmuştu. 1859'da İtalya Fransa'nın desteğini alarak devlet adamı Covour ile özgürlükçü general Giuseppe Garibaldi'nin önderliğinde Avusturya'ya savaş açtı. Bismarck'ın önerisine uyan Prusya Avusturya'yı desteklemedi. Yenilgiye uğrayan Avusturya yukarı İtalya'daki pekçok toprağını kaybetti. 1862'de Prusya'nın İtalya Krallığını tanıması üzerine Avusturya'yı kendisine cephe almış oldu. Bu yıllardaysa Prusya kendi içinde ve gelecek için çok önemli olacak bir bunalım yaşamaktaydı. Kardeşinin ölümüyle tahta geçen I. Wilhelm kısa zamanda restorasyon yanlısı eğilimler göstermeye başlamıştı. İlk Prusya kralı gibi Königsberg'de halkın yerine tanrının inayetiyle taç giymek istiyordu. Elbeteki tanrının inayetiyle kral olan bir kişinin anayasaya gevşek bile olsa bağlı olması söz konusu değildi. İtalyan olaylarından etkilenilerek Parlementoda bir muhalefet ortamı meydana geldi. Parlementonun büyük bir askeri reform için para onaylaması gündeme geldiğinde ortada anlaşmazlıklar başgösterdi. Liberal yanlıları bu teklifi bir defa onaylamakla askeri reform üzerindeki kontrolün kaybedileceğini düşünüyorlardı. Daha sonra yapılan seçimlerle liberaller zaferi kazandılar. Buna rağmen kral parlementoya karşı olan mücadelesine devam etti. Parlementoyu feshederek bir iç savaş oluşturma hazırlığna giren kral 1848 deneyiminin verdiği güvenle askeri reformunu gerekirse parlementosuz uygulamak istemekteydi. Kralın bu direnişine karşı liberaller anayasa için bir mücadeleye girişmeye cesaret edemediler. Diğer taraftan kral da artık ileri gidip gitmediğini kestiremediği için istifa etmeyi düşünüyordu.işte tam bu bu esnada parlementoya karşı verdiği mücadelede kendisini destekleyen kişiyi buldu. Bu kişi Otto von Bismarck'tı.
LOUİSİANA'NIN SATIN ALIMI
Mississippi Nehri havzasının batısındaki toprakların 1803'te ABD tarafından Fransa'dan satın alınması. ABD tarihinin bu en büyük toprak alımında 2,100,000 km²'lik bir alan için toplam 15 milyon $'lık (hektar başına 7 centlik) ödeme yapılmıştır. Antlaşma 30 Nisan 1803 tarihinde Robert Livingston, James Monroe ve Barbe Marbois tarafından Paris'te imzalanmıştır.atış ABD topraklarının iki kat büyümesine, ülkenin maddi ve stratejik açıdan büyük ölçüde güçlenmesine, batıya ve doğuya yayılma konusunda güçlü bir eğilimin doğmasına ve federal yapının sağlamlaşmasına yol açmıştır. Bu geniş toprakların daha sonra bölünmesiyle Louisiana, Missouri, Arkansas, Iowa, Kuzey Dakota, Güney Dakota, Nebraska ve Oklahoma eyaletlerinin tamamı, ayrıca Kansas, Kolorado, Wyoming, Montana
ve Minnesota eyaletlerinin büyük bir bölümü oluşturuldu. Günümüzde ABD topraklarının % 23'üne karşılık gelmektedir.
JACQUES CARTİER
(d. 31 Aralık 1491 – ö. 1 Eylül 1557), Kanada'yı keşfettiğine inanılan denizcidir. Tam olarak, Vikinglerden sonra ilk Avrupalı yerleşimin başladığı doğu yakasının iç kısımlarını keşfetmiştir.
1491'de Fransa'nın Saint-Malo şehrinde, dönemin saygın bir denizci ailesinde doğmuş ve 1520'de önde gelen armatör bir ailenin Catherine des Granches isimli kızıyla evlenerek sosyal statüsünü yükseltmiştir. Sık sık vaftiz babalığı yaparak şehirde iyi bir isim yapmıştır.
1535: Montreal Adasina ulasan Jacques Cartier oradaki yerli halkin kendisine tütün sunmasindan sonra günlügüne "vücutlarini, agizlari ve burunlari sanki birer bacaymislar gibi tütene kadar, dumanla dolduruyorlar", "biz de onlari taklit ettik, ancak duman biber gibi aciydi ve agzimizi yakti" diye yazmisti.
Hakkında çok az şey bilinmektedir. Ancak profesyonel bir denizci ve kaşif olduğu kesindir. Kendisi üç büyük keşif yolculuğuna çıkmış ve hiç gemi kaybetmemiş, 50'den fazla bakir limana girmiş ve hiç kaybolmamış, salgın bir hastalığa yakalananlar dışında hiç adam kaybetmemiştir.
Doğduğu şehirde 66 yaşında bir salgın hastalıktan ölmüştür. Öldüğünde, Kanada'da Avrupalı yerleşim henüz başlamamıştı.
KOLONİLEŞME DÖNEMİ
Avrupalı göçmenlerin Kuzey Amerika kıtasına göç etmeleri ve bu topraklarda yerleşim ve üretim birimleri oluşturmasıyla, diğer deyişle, Kuzey Amerika'nın bu göçmenlerce iskan edilmesiyle başlayan süreçtir.
Amerikan kolonileri 1580-1588 yılları arasında İspanya’nın denetimi altında olmuşlardı. 1588 yılında İngiliz donanmasının İspanyol donanmasını yenilgiye uğratmasıyla Amerika kolonileri üzerindeki İspanyol denetimi son bulmuştur. Bu tarihten sonra Hollanda, Fransa ve İngiliz güçleri Amerika’daki kolonileri birer ikişer ele geçirdiler.İngilizlerle giriştikleri ve yenildikleri iki deniz savaşından sonra Hollanda, 1667de Kuzey Amerika’dan çekilmek zorunda kalmıştır.
Fransa ise Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 tarihinde, Yedi Yıl Savaşları sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere’ye kaptırmıştır. Böylece Kuzey Amerika’daki kolonilerin tümü İngiltere’nin kontrolüne geçmiştir.
İngiltere, Yedi Yıl Savaşları’nın mali yükünü, yeni vergilerle kolonilerden çıkartmaya kalkışınca bu durum Kuzey Amerika kolonilerinde huzursuzluk yaratmıştır. 1774 yılında Onüç Koloni'nin başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sürmüş, Fransa’nın da desteklemesiyle 1782 yılına kadar sürmüştür. Bu tarihte İngiltere Amerika’nın bağımsızlığını kabul etmiştir.
Avrupalı göçmenlerin Kuzey Amerika'yı iskanı, diğer sömürge kolonilerinden çok farklı yapısal özellikler taşımaktadır. Her şeyden önce bu kolonileşme, "yukarıdan aşağıya" değil, "aşağıdan yukarıya" oluşmuştur. Avrupa'nın sömürgeci devletlerinin, sömürge imparatorluklarının bağlantı noktaları olarak oluşturdukları kolonilerden farklı olarak Kuzey Amerika'da kolonileşme, Avrupa'da süregelmekte olan yoksulluk, işsizlik gibi sorunlardan kurtulmak, kendi yaşam düzenini kurmak isteyen insanlar tarafından oluşturulmuştur. Kuzey Amerika'ya yerleşen bu insanlar hiçbir şekilde, belirli bir düzeyde servet sağladıktan sonra ülkelerine dönmeyi düşünen insanlar değillerdi, o topraklarda yerleşmek, o toprakları ülke edinmek isteyen göçmenlerdi ve bu topraklara doğal olarak aileleriyle birlikte gelmişlerdi.
Kolonilerde oluşan ekonomik ve politik yapılar da Avrupa'dakinden farlı olmuştur. Avrupa'daki gibi bir monarşi, bir aristokrasi yoktur. Aristokrasinin ve monarşik yönetimlerin yol açtığı bir takım sınırlama ve engellerden baştan itibaren bağımsız olan koloni ekonomileri, geniş bir serbestlik içinde işleyebilmiştir.
Öte yandan, tarımsal arazilerin kuşaklar boyunca miras yoluyla bölünmüş olmaması da kolonilerin tarımsal üretiminde daha yüksek bir verimliliği sağlanmasına yol açmıştır. Çünkü tarımsal işletmeler, düşük verimliliğe yol açacak ölçüde bölünmüş değildir.