Translate

30 Eylül 2013 Pazartesi

 PEDRO ALVARES COBRAL
(1467 veya 1468, Belmonte — 1520 veya 1526, Santarém) Brezilya'nın kâşifi (22 Nisan 1500) olarak kabul edilen Portekizli denizci.
Soylu bir aileden gelen Cabral, Portekiz kralı I. Manuel'in gözüne girerek 1497'de kişisel ödenek, danışmanlık ünvanı ve askeri İsa Nişanı gibi çeşitli ayrıcalıklar elde etti. 1500'de Hindistan'a yapılacak ikinci büyük keşif gezisine komuta etmek üzere amiralliğe getirildi. 9 Mart 1500'de 13 gemiyle Lizbon'dan ayrıldı.
Cabral, Vasco da Gama'nın ilk yolculuğu sırasındaki deneyimlerine dayanan rotaya uygun olarak, Gine Körfezi'nin sakin sularının yanından geçecek biçimde güneydoğuya doğru yelken açacaktı. Cabral, elverişli koşullar altında batıya doğru yol alırken 22 Nisan'da karaya ulaştı ve buraya Vera Cruz (Gerçek Haç) Adası adını verdi. Kral Manuel'in sonradan Santa Cruz (Kutsal Haç) olarak adlandırdığı ülkeye, sonunda, burada bulunan bir tür boya ağacı pau-brasilden esinlenerek şimdiki Brezilya adı verildi.
Cabral, ülkeye resmen el koydu ve gemilerden birini krala haber vermek için Portekiz'e yolladı. Brezilya'da yalnızca 10 gün kalan Cabral, Hindistan'a yelken açtı. 29 Mayıs'ta Ümit Burnu'nu dolanırken, dört gemisini tüm mürettebatıyla birlikte yitirdi. 1488'de Burnu keşfeden Portekizli Bartolomeu Dias da ölenler arasındaydı. Geriye kalan gemiler 13 Eylül 1500'de Hindistan'da Kalikut (bugün Kajikod) limanına ulaşıp demir attılar. Buradaki zamorin (Müslüman hükümdar) Cabral'i iyi karşılayarak tahkim edilmiş bir ticaret üssü kurmasına izin verdi. Ama çok geçmeden Müslüman tüccarlarla anlaşmazlıklar baş gösterdi ve 17 Aralık'ta Müslümanlardan oluşan büyük bir kuvvet üsse saldırdı. Limanda demirlemiş Portekiz filosundan takviye gelene kadar, üsteki Portekizlilerin çoğu öldürüldü.
Cabral, misilleme olarak kenti bombalayarak, 10 müslüman gemisine el koyup bütün mürettebatı idam ettirdi. Daha sonra daha güneyde bulunan Hint limanı Koçin'e yöneldi. Burada değerli baharat ürünleri satın almasına izin verildi. Aynı kıyıda bulunan iki limana daha uğradıktan sonra 16 Ocak 1501'de Portekiz'e dönüş yolculuğuna başladı. Ama yolda iki gemisi daha battığından, 23 Haziran 1501'de Portekiz'e ulaştığında elinde yalnızca dört gemisi kalmıştı.
Bu olaydan sonra güçlü konumunu kaybederek Beira Beixa'daki malikanesine çekilerek son yıllarını burada geçirdi. Santarém'deki mezarı 1848'de bulundu. 1900'da Keşfin 400. yılı anısına Brezilya'da adına posta pulları basıldı. 1968'de doğumunun 500. yıldönümü adına Brezilya ve Portekiz'de ortak kutlamalar yapıldı.
ORUÇ REİS
Muhtemelen 1470'te (bazı kaynaklara göre 1474'te) Osmanlı yerleşkesi olan şu anki Midilli’nin Bonova Köyü'nde doğdu. Babası, Vardari Yâkub Ağa, 1462’de Midilli’nin fethine katılmış ve Bonova köyü kendisine tımar olarak verilmişti. Burada yerleşip evlenen Yâkub Ağa'nın İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adını verdiği dört oğlu oldu.İyi bir öğrenim gören kardeşler, devrin denizci milletlerinin lisanları olan İtalyanca, İspanyolca, Fransızca ve Rumca'yı öğrenerek yetiştiler. Gençliğinde gemiciliği ve deniz ticaretini çok iyi öğrenen Oruç Reis, cesareti, zekası ve girişimciliği ile kısa zamanda gemi sahibi oldu. Suriye, Mısır, İskenderiye ve Trablusşam’a mal taşıyarak, oradan aldıklarını Anadolu’ya getiriyordu.Oruç ve İlyas Reisler, bir seferinde Midilli’den Trablusşam’a giderken, Rodos Şövalyeleri'nin büyük savaş gemileriyle karşılaştılar. Çarpışmada İlyas Reis hayatını kaybetti, Oruç Reis esir oldu. Uzun uğraşılardan sonra, buradan kurtuldu. Muhtemelen üç sene esir kalan Oruç Reis, esaretten kurtulduktan sonra, bir süre Memlük Devleti hizmetinde amirallik yaptı. Ünlü sözü olan "yaşama hakkın mücadelen kadarındır" dedi. En kötü fırtınada veya hapiste dahi mücadele edip hiç umudunu kaybetmedi.Memlük emrinde uzun zaman kalmayıp, Şehzade Korkut’un verdiği on sekiz büyük savaş gemisine komutan oldu. Bunlarla, Rodos kıyılarında basılmadık yer bırakmayan Oruç Reis, ânî bir baskın sonucunda gemilerini kaybetti. Leventleriyle birlikte bu baskından kurtulduktan sonra, Şehzâde Korkut’a tekrar başvurdu. Kendisine, biri yirmi dört oturak, ikincisi yirmi iki oturak iki savaş gemisi verildi. Şehzâde Korkut’un elini öpüp, hayır duâsını aldıktan sonra Akdeniz’e açıldı. Seferlerinde pek çok ganîmet, ticaret malı ve esir aldı. On senedir uğramadığı Midilli’ye gelerek kardeşlerine, akrabalarına, fakir ve muhtaçlara, yetimlere pek çok mal dağıttı.
Türk denizcilik târihinde önemli bir yeri olan Cerbe Adası, Oruç Reis tarafından 1513 yazında fethedildi. Burayı kendisine üs edinip, Doğu ve Batı Akdeniz’de pek çok gemi zaptetti. Papa’ya ait, o zamanın dev savaş gemilerini, ince tekneleriyle ele geçirmesi, şöhretini Avrupa ve dünyaya ulaştırdı.
O tarihe kadar, bir çektirinin, bir baştardayı ele geçirmesi işitilmemişti. Gemi elde edilince kendisi dahil bütün leventlerine İtalyan elbiselerini giydirdi. Oruç Reisin, arkadan gelen ikinci savaş gemisini ele geçirmesi, pek kolay oldu. Zîrâ ateş başlayıncaya kadar, İtalyanlar, bu gemiyi kendi gemileri zannetmişlerdi.
İtalyanlar bu başarıları ve tanınmasının ardından kızıl sakalından ötürü kendisine Barbarossa lakabını vermişlerdir. Oruç Reis'in ardından kardeşi Hızır da ağabeyine hürmeten aynı lakabla anıldı.
Cezayir’de bir devlet kurmaya karar veren Oruç Reis, kısa zamanda bu toprakları ele geçirdi. İspanya Kralı Şarlken, Cezayir’e donanma gönderdiyse de, Oruç Reis’i elde ettiği yerlerden çıkaramadı. Becâye kuşatması sırasında Oruç Reis, sol kolundan ağır yaralandı ve hekimlerin tavsiyesiyle bu kolu dirsekten kesildi. Tek kolla mücadelede de şevk ve azminden hiçbir şey kaybetmeyen Oruç Reis, iyileşince derhal denize açıldı ve pek çok gemi ele geçirdi.
Çok güç durumda olan Emevilere yardım ederek, onların binlercesini Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu hareketleri saygısını arttırdı. Kardeşleriyle Kuzey Afrika’yı İstilacılara karşı savunmakla kalmayıp, Emevileri iskan ediyor, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin ediyordu. Elindeki leventler, akıncılar ve serdengeçtilerle, devrin en büyük denizci devleti olan İspanyollarla bitmek tükenmek bilmeyen mücadelelerine devâm ediyordu. İspanya kralı o dönemde, Avrupa’nın pek çok ülkesini elinde bulundurduğu gibi, Amerika’da da sömürgelere sahipti.
Cezayir’in doğusunda, İspanya’nın hakimiyeti altında bulunan Tlemsan’ı elde eden Oruç Reis, İspanyollardan yardım alan Tlemsan emirine karşı, elde ettiği yerleri savundu. Topraklarını yedi ay boyunca müdâfaa etti. Yerli halkın ihanet etmesi üzerine, Cezayir’e dönmek için düşman kuşatmasını yarıp dışarı çıkmaya çalıştı.
Düşmanı yararak bir kısım leventleriyle birlikte ırmağı geçti. Ancak, yirmi kadar levendi, düşman tarafında kalmıştı. Oruç Reis, kurtulma ümîdi olmadığını bile bile, leventlerini yalnız bırakmamak için tekrar düşmanları arasına daldı. Nehri geçmeye çalışırken leventlerinin çoğu hayatını kaybetti. Tek kollu Oruç Reis, yanındaki son levendin de öldüğünü gördükten sonra, aldığı mızrak yarası sonucu öldü.
Oruç Reis'in ölümünü İspanya Kralı'na ispatlamak isteyen İspanyollar cesedin başını keserek almışlar ve bal dolu bir torba içerisine koyarak İspanya'ya götürmüşlerdir. Bunu yapmalarının nedeni, birçok kereler Oruç Reis'le çatışmaya giren İspanyolların, onu öldürdüklerini İspanyol Kralı'na bildirmelerine rağmen bunların hiçbirinin doğru çıkmamasıdır.
Oruç Reis'in başı kesik bedenini alan leventler onu Cezayir'e getirdiler ve Cezayir'in ulusal evliyalarından olan Sidi Abdurrahman'ın Kasbah
'da bulunan Sidi Abdurrahman Camii yanındaki türbesine gömdüler. Bugün Oruç Reis ve Sidi Abdurrahman'ın birlikte yattıkları Cezayir Kasbah'daki bu türbe, Arapça öğrenen çocuklar için mahalle okulu olarak kullanılmaktadır.
Oruç Reis'in 1518’de hayatını kaybettiğinde, kırk sekiz yaşında olduğu tahmin edilmektedir.

29 Eylül 2013 Pazar

HATİCE TURHAN SULTAN
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hızlandıran Kadınlar Saltanatının en seçkin sultanlarından biridir. Sultan İbrahim’in gözdesi, Avcı Mehmet (IV. Mehmet)in anasıdır. Kaynanası olan Kösem Sultan’la birlikte, sonra da yalnız başına yarım yüzyıla yakın bir süre Osmanlı Sarayı’nda sonsuz bir yetkiyle devlet işlerini yönetmiştir.
Turhan Sultan aslında Rus’tur. 12 yaşında iken Tatarların eline esir düştü. İstanbul’a getirilerek Kör Süleyman Paşa’ya satıldı. Paşa da 14 yaşındaki bu Rus kızını saraya, padişah İbrahim’in anası Kösem Sultan‘a armağan etti.
Osmanoğulları sülâlesinden erkek olarak İbrahim‘den başka kimse kalmamıştı. Kösem Sultan kısa bir eğitimden sonra Turhan’ı odalık olarak oğluna verdi. Turhan, 15 yaşını doldurmadan Mehmet‘i dünyaya getirdi.Sultan İbrahim tahttan indirilip öldürüldükten sonra, IV. Mehmet 7 yaşında padişah oldu, Sarayda devletin dizginleri bu değişikliği yaptıran Kösem Sultan‘ın elindeydi. Bu durumda yavaş yavaş Kösem’le Turhan Sultan arasında çekişme başladı. Rum asıllı Kösem’le Rus asıllı Turhan türlü oyunlar çevirdiler. Kösem Sultan, torunu Mehmet’le gelini Turhan Sultan’ı öldürterek, dizginleri ele almak istedi. Turhan Sultan bunu haber alınca, ağaları yeniçerilerden önce ayaklandırarak Kösem Sultan‘ı öldürttü.
Turhan Sultan tek başına kalınca, bir süre ağaların, saray kadınlarının elinde oyuncak oldu. Sonra, Mimar Kasım Ağa’nın öğüdünü dinleyerek, Köprülü Mehmet Paşa‘yı sadrazamlığa getirdi. Mehmet Paşa ve ondan sonra yerine geçen oğlu Fazıl Ahmet Paşa uzunca bir süre, devlet işlerine çeki düzen vererek, imparatorluğun yıkılmasını bir süre önlediler. Turhan Sultan 55 yaşında öldü. İstanbul’da, Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin yanındaki türbede gömülüdür.Çanakkale’deki kaleler de mescidi ile beraber onun eseridir.
HELEN 
Truvalı Helen, Menelaos'un karısı. Yunan mitolojisine göre Truva savaşına neden olan dünyanın en güzel kadınıdır. Çeşitli efsanelere göre Zeus'un fani bir kadından olan tek kızıdır. Sparta kraliçesi Leda ile tanrı Zeus'un kaçamağından doğan bir kızdır. Ve Truva'dan kaçabilmeyi de Zeus ve Aphrodite'e borçlu olduğu söylenir. İlyada'nın ve çevrim şiirlerinin başlıca kahramanlarından biridir.
Helen daha çocukken Yunan kralı Theseus tarafından kaçırılır ancak daha evlenecek yaşta olamadığı için kral onu annesi Aethra'nın yanına Aphidnae'ya yollar. Fakat Helen, ağabeyi Dioscuri tarafından kurtarılır, Dioscuri aynı zamanda Aethra'yı da esir alır. Helen evlenecek yaşa geldiğinde Yunanistan'daki bütün güçlü ve nüfuzlu erkekler onun peşine düşer fakat kalbi kırık damat adaylarının çıkaracağı sorunları düşünen babası kral Tyndareos, Odysseus'u dinler ve kızını istemeye gelen herkese Helen kimi seçerse seçsin, onun evliliğini ve mutluluğunu korumaya yemin ettirir. Daha sonra kral, Menelaus'ta karar kılar ve Helen onunla evlenerek ona Hermione isminde bir kız çocuğu verir.
Ancak, on sene kadar süren mutlu bir evlilikten sonra Helen, Truva prensi Paris ile kaçar. Bunun üzerine kocası Menelaus diğer damat adaylarını, onlara yeminlerini hatırlatarak bir araya toplar ve tarihteki en büyük Yunan ordusu, Agamemnon komutasında efsanelere konu olacak savaş için Truva'ya gider.
Tyndareos'un karısı Leda'nın doğurduğu bir yumurtadan(altın bir kuğu yumurtasından) çıktı ve güzelliğiyle kısa zamanda herkes tarafından tanındı. Theseus'un Atina'ya kaçırdığı Heleni erkek kardeşleri Kastor ve Polydeukes Sparta'ya getirince Yunanistanın bütün kahramanları onunla evlenmek istedi (Akhilleus da dahil) Rededilen damat adaylarının hışımından korkan Tyndareos Helenle evlenemeyenlerden bazılarının Helenin müstakbel eşi ile dövüşmeleri ihtimaline karşı bütün adayların birlik yemini etmesini şart koydu. Genç kız Menelaos ile evlendi. Ama Truva Kralı Priamos'un oğlu Paris Menelaos'un Sparta'da konuk olmuş şerefine verilen ziyafetde herkesin sarhoş olmasından yararlanarak Heleni kaçırır. Bunun üzerine Menelaos eski rakiplerinden yeminlerini tutmalarını ister. Böylece Truva Savaşı başladı. (Savashin asil nedeni yunanlarin asya kiyisindaki bu önemli kenti işgal etmek istemesiydi.) Parisin ölümünden sonra Helen onun kardeşi Deiphobos ile evlendirildi (Priam tarafından) ve Truva yağma edilirken onu kızgın Yunanlıların eline bıraktı. Menelaos Heleni tekrar aldı,Spartaya getirdi. Helen dul kalınca Menelausun evlilik dışı çocukları Megapenthes ve Nikostratos tarafından kovuldu, Rodos'a sığınmak zorunda kaldı. Orada Kral Tlepolemosun karısı Argoslu Polykso Heleni öldürttü. Başka bir inanışa göre Zeus (Helen'in gerçek babası) ölen Heleni tanrıların katına çıkardı ve onu yıldız yaptı. Bazı efsanelere görede Mutlular Adasında Menelaos ile sonsuza kadar yaşayacaktılar. Helene birçok ülkede tapıldı. Ağzından çıkan son kelimelerin Paris, Baba (Baba olarak Zeus) olduğu rivayetedilir. Yunanlar için bir güzellik örneğiydi.
Tarihte pantolonu ilk giyen kadındır. (Paris'in pantolonunu giymiştir.)
Altın sarısı saçlara zümrüt yeşili gözlere sahip olduğu söylenmektedir.
Ayrıca Freud'un Elektra Kompleksi adını verdiği psikolojik duruma adını veren Elektra'nın (tek) teyzesidir.
Aslen Spartalı olmasına rağmen o hep Truvalı Helen olarak anılmak istemiştir. Ve bugün Truvalı Helen olarak bilinir.
Paris'ten 9 yaş büyüktür. Sadece bir tane çocuğu Hermione vardır.
ÇARİÇE I. KATERİNA
(15 Nisan 1684 – 17 Mayıs 1727) Rus Çariçesidir.
15 Nisan 1684 tarihinde Letonyalı bir köylü ailesinin kızı olarak Kurşas'ta dünyaya geldi. Doğduğu zamanki ismi Marta Elena Skavronska idi. Asıl adı Marta Skrovnovska olan Çariçe Katerina üç yaşında öksüz kaldı ve bir papaz tarafından büyütüldü. Ruslar, İsveç ile yaptıkları savaşlar sırasında Katerina'yı esir aldılar ve kimsesiz köylü kızı, Çar Petro'nun danışmanlarından birinin hizmetçiliğini yapmaya başladı. Görevi, danışmanın konağında çamaşırcılıktı. Katerina, bu arada efendisinin konağına sık sık gelen Çar'ın gönlünü çelmeyi başardı, 1703'te Çar'dan bir çocuk dünyaya getirince Ortodoks oldu, Ekaterina Aleksiyevna adını aldı ve 1712 Şubat'ında Çar ile resmen evlendi. 1724'te taç giydi, Petro'nun bir yıl sonra vâris bırakmadan ölmesi üzerine de asillerin muhalefetine rağmen saray muhafızlarının ve bazı askerlerin desteğiyle "Çariçe" ilân edildi. Devlet işlerini kocasının daha önce belirlemiş olduğu altı kişilik bir danışmanlar heyetine bırakan Katerina, dış politikada İngiltere, Fransa ve Prusya'nın oluşturduğu Hannover Birliği'ne karşı Avusturya ile İspanya'nın tarafını tuttu. Eğlenceye ve içkiye aşırı şekilde düşkün olan Katerina, 15 Nisan 1727'de içkiden öldü. 1703 yılında Rus Çarı I. Petro'nun sevgilisi oldu. 1705'de Ortodoks dinine geçti. 1712 yılı Şubatında Büyük Petro'yla evlendi. 11 çocukları oldu. Bunlardan sadece Anna ve Yelizaveta yaşadılar. Yelizaveta daha sonra Rusya'nın çariçesi oldu.
Katerina'nın Prut Savaşı sırasında barışı sağlamak bizzat Osmanlı sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa'yla müzakerelere katıldığı ileri sürülmektedir. Savaşın bitmesinden sonra 1712 yılında I. Petro'yla evlendi. 1724 yılında da Çariçe ünvanını aldı. Büyük Petro 1725 yılında veliaht bırakmadan ölünce Rusya'nın tek hakimi oldu. 2 yıl hüküm sürdükten sonra 17 Mayıs 1727 tarihinde St. Petersburg'da öldü.
ANTİK MISIR KRALİÇESİ VII.KLEOPATRA
(d. Ocak MÖ 69 - ö. 12 Ağustos MÖ 30), Antik Mısır'ın son Hellenistik kraliçesidir.Asıl ünvanı VII. Kleopatra olmasına rağmen kendisinden önce gelenler unutulduğu için, kısaca Kleopatra olarak bilinir. 9 dil bilen Kleopatra zeki bir kadındı.
İskenderiye'de doğdu. Aslen Yunan olan Kleopatra, babası XI. Ptolemaios'un vasiyeti üzerine kardeşi ile evlendi. O zamanlar Mısır'da egemen olan Yunanlılar Mısır toplumuna karışmamak için kendi soylarından olan kişilerle evleniyorlardı, bu da akraba evlilikleri özürlü insanların doğumuna yol açıyordu. Babası öldüğünde 18 yaşında olan Kleopatra tahta çıktı. Halkın içine girebilmek ve halkın kendisini benimsemesi için kendini Mısır dinine verdi. Kardeşi tarafından iktidardan uzaklaştırılıp sürgüne yollandı. Kleopatra'nın dedesinin adı Dadadidis'dir. Mısır için büyük bir kahramandır.
Kleopatra iktidara, yanında büyük Roma diktatörü Sezar ile geri döndü. Kleopatra'nın bir halı içinde Sezar'ın sarayına girdiği ve bu büyük kralı kendine aşık ettiği rivayet edilir. Bu olaydan sonra kardeşi, kimsenin bilmediği bir sebeple Nil sularında boğuldu.
Kardeşinin aradan çekilmesi ile Kleopatra tek başına iktidar koltuğuna oturdu. O sırada Sezar'dan bir çocuğu oldu ve minik Sezarion'u alıp Roma'ya gitti. En büyük hayali, iki imparatorluğu birleştirip Büyük İskender'in de hayali olarak bilinen tüm dünyaya sahip olmaktı. MÖ 44'te Sezar ölünce bu hayallerini ertelemek zorunda kaldı.
Sezar ölünce Roma İmparatorluğu, tahta çıkan Octavian (Sezar'ın yeğeni ve resmi evlatlığı) ve Marcus Antonius arasında ikiye ayrıldı. Doğu, artık Marcus tarafından yönetilmekteydi ve ilk işi de Mısır'ı ziyaret oldu.
Antonius Kleopatra'ya delice aşık oldu. Kleopatra'nin Antonius'dan da iki kız çocuğu oldu. Bir süre Tarsus'da yaşadılar ve bu yıllarda Octavius'a savaş açtılar. Aktium'da yapılan savaşta Kleopatra ve Marcus kaçmak zorunda kaldı. İskenderiye'deki sarayına dönen Kleopatra'nın kendisini bir kobraya sokturarak intihar ettiği rivayet edilir. Ama son zamanlarda zehir içerek öldüğü anlaşılmıştır. Kolay yapılan bu zehir, acı çektirmeden birkaç saat içinde öldürüyordu. Öldüğünde 39 yaşındaydı.

28 Eylül 2013 Cumartesi

DEFDERDARLIK
Defterdarlar: Fatih Kanunnâmesi’ne göre defterdar, padişahın malının vekilidir. Defterdarlık teşkilâtına “Bâb-ı Defterî” de denilir. Başdefterdardan sonra Anadolu malî işlerini görmek için Anadolu Defterdarı geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde, buraların malî işlerini görmek üzere, Halep’te bir defterdarlık daha kuruldu. Fakat bu, devlet merkezinde değildi. On altıncı yüzyıl ortalarında, devlet merkezinde, Şıkk-ı Sânî adı ile bir defterdarlık daha kurulmuştur. Bu şekilde Başdefterdar, Anadolu Defterdarı ve Şıkk-ı Sânî isimlerinde üç defterdarlık olmuştur.Dîvân-ı hümâyûn, sabah erkenden toplanır ve kuşluk zamanına ve bazen de öğleye kadar devam ederdi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek olan devlet adamları, sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Camii'nde kılar, Yeniçeri ocağı ile süvari bölük ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Hümâyûn denilen ve Ayasofya Camii'ne bakan kapısı önünde iki sıra üzerine dizilirler, dîvân erkânı, namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. Bu sırada duacı dua ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn kapıcıları, kapıları açarlardı. Dîvân-ı hümâyûnda, dîvân üyelerinden başka Reis-ül Küttab, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, büyük ve küçük tezkireciler ve tercümanlar hizmet görürlerdi. Dîvânda nişancı, tuğra çekilmesi lâzım gelen ferman, berat, menşur gibi evraka tuğra çekerdi. Örfî işleri ise, veziriâzam kararlaştırırdı.
TOPKAPI SARAYI SAADET KAPISI
(Bâbüssaâde Kapısı) Topkapı Sarayı'nın bir kapısıdırSaadet Kapısı, Divan-ı Hümayün’den sonra karşımıza çıkan ve Divan Avlusunun sonunda yer alıp, 2. Avludan 3. Avluya geçiş kapısıdır.Simgesel özelliği nedeniyle sarayın en önemli kapısı Bâb-üs Saade’dir. Divan meydanı ile Enderûn okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya geçişi sağlayan bu kapı, Birun ile Enderûn’un düğüm noktası olması ve culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir.Önünde saray törenlerinin yapılacağı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde yapıldığı bilinir.Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümâyûn burada törenle teslim edilirdi. Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir
DOĞU ROMA SANATI
Bizans sanatının kökeni Eski Yunan ve Roma sanatına dayanır. Bununla birlikte Mısır, İran ve Suriye kültürlerinden de etkilenerek, doğu ve batı uygarlıklarının bir bireşimi olarak gelişmiştir. Bizans’ın başkenti Konstantinopolis, ortaçağda dünyanın en büyük kentlerinden biriydi. Kent gösterişli sarayları, kiliseleri, hipodromu, zafer takları, dikilitaşları ve surlarıyla Doğu Roma’ın da başlıca kültür ve sanat merkeziydi. Doğu Roma sanatı, en önemli gelişmeyi mimarlık alanında yaptı. Doğu Roma mimarlığının en belirgin özelliklerinden biri, yapılarda dev boyutlu kubbeler kullanılmasıdır. Öte yandan, duvar resimleri, mozaik, minyatür ve fildişi işçiliği gibi süsleme sanatlarında da Bizans çok ileriydi.Sanat tarihçileri Doğu Roma sanatını, Erken Doğu Roma (330-726), Orta Doğu Roma (867- 1204) ve Son ya da Geç Doğu Roma dönemi (1261-1453) olmak üzere üç döneme ayırırlar.
Erken Doğu Roma döneminde başlıca iki tür yapıya rastlanır. Bunlardan biri, uzunlamasına eksenli bazilika biçiminde ve kubbeyle örtülü merkezî planlı yapılardır. Yunan ya da Latin haçı planlı bazilika örnekleri ise ikinci tür yapı biçimidir. İstanbul'daki İoannes Studios Kilisesi (İmrahor Camii), Efes'teki Meryem Kilisesi, Selanik'teki Ayios Dimitrios Kilisesi ve Aya İrini, uzunlamasına eksenli bazilika türünün başlıca örnekleridir. Kubbeyle örtülü merkezî planlı yapıların en çarpıcı örneği, 532-537 yılları arasında yapılan Ayasofya’dır. Bu yapı dünya mimarlık tarihinin de başyapıtlarından biridir. Kubbeli bazilika türünün İstanbul'daki diğer örnekleri ise, Sergios ve Bakhos Kilisesi (Küçük Ayasofya Camii) ile Khora Kilisesi'dir (Kariye Camisi). Doğu Roma’ın imparatorluk sarayı olan Tekfur Sarayı, bir Orta Doğu Roma dönemi yapısıydı. Bugün İstanbul'un Eğrikapı semtinde kalıntıları bulunan saray, üç katlı bir yapıydı ve duvarları tuğla ve kesme taşla bezenmişti.
İstanbul'un su gereksinimini karşılamak için yapılan Binbirdirek Sarnıcı ve Yerebatan Sarayı, Doğu Roma mimarlığının bu alandaki en başarılı iki örneğidir. Constantinus'un yaptırdığı Binbirdirek 224 mermer sütun üzerine ve İustinianos'un yaptırdığı Yerebatan Sarayı da 336 sütun üzerine oturtulmuştur.
Doğu Roma’ın mozaik resim sanatı ve duvar bezemeciliğinin en güzel örneklerine, Ayasofya, Kariye Camisi, Tekfur Sarayı ve Ravenna'daki San Vitale Kilisesi'nde rastlanır. Bu erken Doğu Roma dönemi yapıtlardaki hayvan figürleri ve mitolojik sahnelerde, Sasani geleneğinin etkileri de görülür. Kilise denetiminin güçlendiği ve ikonaların yok edildiği dönemde (717-867), erken Doğu Roma dönemi sanatındaki gelişme de durdu. Bu yeni dönemde mozaik resim sanatı yüzeysel ve simgesel bir anlatıma yöneldi, haç ya da benzeri simgeleri öne çıkardı.Geç Doğu Roma döneminde, yeni yapılardan çok, var olan yapılar onarıldı ya da ek yapılarla zenginleştirildi. Dönemin başlıca yapıları Lips Manastırı (Fenari İsa Camisi), Hagios Andreas Kilisesi (Koca Mustafa Paşa Camii) ve Khora Kilisesi'dir . Dinsel tasvire karşı gelişmiş olan hareket, geç Doğu Roma döneminde etkisini yitirdi. Doğu Roma sanatı yeniden Helenistik ve Roma anlayışına dönerek, doğalcı ve gerçekçi bir üslubu benimsedi.
BİZANS İMPARATORLUĞUNDA DEVLET YÖNETİMİ
Bizans Devleti, çok geniş yetkilerle donanmış bir imparator tarafından yönetiliyordu. Genelde iktidar babadan oğula geçerdi. Ama Bizans İmparatorluğu’nda, ordu komutanlarının zor kullanarak tahtı ele geçirdiği ve yeni bir hanedanın yönetime geldiği dönemler olmuştur. Bizans'ı bazen imparatoriçeler de yönetti. İmparator aynı zamanda en yüksek rütbeli ordu komutanı, en yüksek yargıç ve tek yasa koyucuydu. Konstantinopolis’teki Ortodoks Kilisesi’nin patriğini de imparator atardı.
Başkent Konstantinopolis’te, Roma Senatosu örnek alınarak oluşturulmuş bir senato vardı. Bu senato imparatora yönetim işlerinde danışmanlık yapardı. Bazı yasalar yürürlüğe girmeden önce senatoda okunurdu. Senato da yasa tasarıları hazırlayarak imparatora sunabilirdi.
Ayrıca imparatorun hizmetinde bir başgörevli vardı. Bu kişi, bugünkü içişleri ve dışişleri bakanlarının görevlerine benzeyen bir görev üstlenirdi. Devlet daireleri, saray görevlileri, saray muhafız kıtaları, güvenlik, posta örgütleri ve yabancı elçilerle ilişkiler bu başgörevlinin sorumluluğunda ve yönetimindeydi. Maliye ve devlet topraklarının yönetiminden ise başka görevliler sorumluydu.
Bizans toprakları imparator Herakleios'tan itibaren, VII. Yannis Palaiologos'un imparatorluğunun sonlarına kadar, thema adı verilen askeri/sivil yörelere ayrılmıştı. Bu yöresel yönetim sistemine göre themaların başına strategos denen hem askeri hem de sivil yetki ve görevleri bulunan valiler atanmaktaydı. Thema’daki askerlere toprak veriliyordu ve thema komutanı da çağrıldığında askerleriyle savaşa katılıyordu.
II.YANNİS KOMNENOS'UN TAHTA GEÇİŞİ
1 Eylül 1092 babası I. Aleksios Komnenos tarafından ortak imparator olarak atanmış ve taç giydirilmişti ama bu daha çok sembolik ve törenler için bir unvandı ve gerçek iktidar babasının elinde idi. 1118 yılında babası I. Aleksios ölünce tek başına imparator olup tümüyle devlet idaresini eline geçirdi.
Bu zamanı yaşıyan, olaylara çok yakın olan ve zamanın tarihini yazan tarihçiler, Anna Komnena, Aleksiad , Yannis Zonaras ve Niketas Honiates, Historia dolayısıyla bu tahta geçmenin çok ayrıntılı hikâyesi elimize geçmiştir. II. Yannis'in kız kardeşi olan Anna Komnena yazdığı Aleksiad adlı ünlü tarih kitabında olayları diğer iki tarihçiden değişik anlatır.
Anna Komnena 15 Ağustos 1118de Managana Manastırı'nda hasta yatağında son nefeslerini vermeye başlayan babasınıb çektiği korkunç acıları, yatağının etrafında kendi aralarında söz dalaşına girişen zamanın ünlü hekimlerini, "Nil nehrinden daha fazla su ihtiva eden" ağlayışlarla gece gündüz kocasının yatağı kenarından ayrılmayan annesi İmparatoriçe İrene'yi ve babalarının yatağı başında sona daima sadık olan üç Prensesi (Maria, Evdoksia ve yazar tarihçi Anna'yı) detaylı tasvir etmekte ve babasının tam ölüm anından sonra dul kalan imparatoriçenin mor renkli terliklerini ayaklarından çıkartıp atmasını, peçesini yırtmasını ve bir bıçak bulup güzel saçlarını kesip perişan hale getirmesini anlatır.
Fakat diğer iki tarihçi bu olaya daha ekler yaparlar. Aleksius'un en büyük çocuğu olan Anna'nın babası tarafından seçilip varış olarak gösterilen II. Yannis'i çekemeyip kıskandığını, anneleri imparatoriçe İrene'nin Anna ve kocası olan Sezar ünvanlı "Nikeforos Brinennios" 'u imparatorluğa geçirmek istediklerini; ölümünden hemen önce Aleksios'un onlara sanki bir komplo yaparcasına karısı ve kızı Anna'dan gizli olarak manastıra gelen kardeşi İsakios Komnenos'a eliyle imparatorluk mühürü olan altın yüzüğü verip varış olarak tercih ettiği II. Yannis'e bu yüzük-mührün götürülüp teslim edilmesini sağladığını yazarlar. II. Yannis bu yüzük-mührü eline geçirir geçirmemez hemen kendine bağlı bir birlikle etrafına kendinin imparatorluğunu kabul eden ahaliyi de toplayıp Büyük Saray'a yürüdü. İrene'ye bu tam bir sürpriz oldu ve oğlunu tahttan vazgeçirmeye veya damadı Nikeforos'u tahtı ele geçirmek için girişimlere bulunmaya teşvik etmek için zaman bulamadı. Saray muhafızları önce II. Yannis'i imparator olarak kabul etmeleri için babasından bir haber bekledikleri gerekçesiyle onu saraya sokmadılar. Fakat mühür-yüzüğün eline geçmesi ve büyük sayıda taraftar ahalinin desteği ile II. Yannis saraya girdi ve tahta oturdu.
Babası Aleksios ertesi akşam oldu. II. Yannis önce devlet idaresi üzerinde gücünün çok zayıf olması dolayısıyla ve babasının cenaze töreninde bir suikaste veya komploya karşı kendini savunma imkâni az olduğu nedeniyle cenaze alayına katılmayı kabul etmedi. Fakat çok vakit geçmeden II. Yannis iktidarın iplerinin hepsini eline toplamayı başardı ve impartorluk pozisyonunu sıkıca eline geçirdi. II. Yannis 1119da annesi eski imparatoriçe ve kızkardeşi Anna'nın kendi aleyhine bir komplo hazırlayıp Anna'nın kocasını imparator ilan etmek istediklerini öğrendi. II. Yannis bu komployu hazırlayanların hepsini - kayın biraderi, kızkardeşi ve annesi dahil - ya keşiş ya da rahibe olarak manastırlara kapattırdı. İmparatorluğun kendi çocuklarına geçmesini de sağlamak için de 1122de genç oğlu Aleksios Komnenos'u ortak imparator olarak ilan etti ve taç giyme töreni yaptırdı.
AMERİKANIN GERÇEK SAHİBLERİ KIZILDERİLİLER NEW YORK'U KAÇA SATTI?
Bugün dünyanın en pahalı arazisi sayılan New York'un ünlü Manhattan adasının 1624 yılında Peter Munite adlı bir tüccar tarafindan kızılderililerden 24 dolar değerindeki incik boncuk
karşılığında satın alındığını,
Toplam 58 km2 olan Manhattan'a ilk olarak Hollandalı göçmenlerin yerleştiğini ve bölgeye New Amsterdam adının verildiğini,
Bölgeye 1664 yılında yerleşen İngilizlerin New York adını verdiğini,
Kızılderililerin 24 dolarlarını 377 yıldır Amerikan hazine bonolarına yıllık % 5 faiz ile yatırsalar bugün 2 milyar 336 milyon 536 bin 394 dolarları olacağını,

Biliyor muydunuz?

27 Eylül 2013 Cuma

KRAL YOLU
Pers İmparatorluğu kralı I. Darius zamanında M.Ö. 5. yüzyılda onarılmış ve yeniden düzenlenmiş bir antik anayoldur. Bu yol büyük imparatorluk boyunca Efes'den Persepolis'e kadar hızlı ulaşımı kolaylaştırmak için yapmıştır. Bu kuryeler yedi günde 2.699 kilometre seyahat edebiliyorlardı. Yunanlı tarihçi Herodot'un yazdığı, "Dünya'da Persli kuryelerden daha hızlı seyahat eden başka bir şey yoktur" cümleleri ile onları övmektedir. Benzer bir şekilde, "Ne kar ne yağmur ne sıcaklık ne de gecenin karanlığı onların görevlerini yapmalarına engeldi" cümlesi ise bu kuryelerin gayri resmi sloganlarıydı.
Önemi:
Yolun seyri Herodotus'un yazılarından, arkeolojik araştırmalardan ve tarihi kayıtlardan yararlanılarak yeniden yapılmıştır. Batıda Sardis ve Efes'ten başlayarak (Türkiye'de İzmir'in 95 km kadar doğusunda), doğuya doğru şu anki Türkiye'nin orta kuzey kısmından Asur'un başkenti Nineveh'a (şu anki Musul, Irak) varmaktadır, daha sonra Babil'in (şu anki Bağdat, Irak) güneyine geçmektedir. Babil'in yakınından, yolun iki ayrı yola ayrıldığı düşünülmektedir, bir tanesi kuzeybatıya daha sonra batıdan Ecbatana ve oradan da İpek Yolu ile beraber gitmektedir, diğer yol ise doğuya devam ederek Pers başkenti Susa'ya (şu anki İran) ulaşmaktadır ve daha sonra güneydoğudan Persepolis geçmektedir.
Yolun Pers İmparatorluğu'ndaki şehirler arasında en kolay veya en kısa yolu takip etmemesinden dolayı, arkeologlar yolun en batı kısmının Asur kralları tarafından yapıldığını düşünmektedirler çünkü yol eski imparatorluğun kalbine doğru gitmektedir. İlkçağ'da Batı Anadolu'da, Gediz ve Menderes nehirleri arasındaki bölgede kurulan Lidyalılar, Efes'ten Mezopotamya'ya kadar uzanan Kral Yolu denilen ünlü ticaret yolunu yapmışlardır. Bu yol sayesinde doğubatı arasında ticaret ve kültürel etkileşim hızlanmıştır. Lidya Uygarlığı, Kral Yolu sayesinde ekonomi,bilim,sanat,kültür ve ticaret alanlarında çok önemli ilerlemeler kaydetmişti.Daha doğu taraftaki parçaları ise (şu anki İran) büyük ticaret yolu İpek Yolu ile kesişmektedir.
Ancak, I. Darius şu an bildiğimiz Kral Yolu'nu yapmış olan kişidir. Yol tabanını iyileştirerek ve parçaları birleştirerek bir bütün haline getirmiştir. öncelikle krallığın elçileri için hızlı bir ulaşımda ortamı sağlamıştır.
Darius'un geliştirmiş olduğu yol o kadar önemli bir antik eserdir ki Roma zamanında da kullanılmaya devam edilmiştir. Türkiye'de Diyarbakır'da bir köprü o zamanlardan beri hâlâ ayaktadır..







"Sorma aşkın hâletin Mecnun’a bir dîvanedir,
Açma aşkın sırrını Ferhad’a kim efsânedir.
Sor bana aşkın rumuzun sânâ takrir eyleyen,
Can u baş terkin urur âşık hemen pervânedir"

                                        (SULTAN SÜLEYMAN)
HÜLAGÜ HAN ( BAĞDAT İSTİLASI )

Moğollar'ın Bağdat'ı istilasıyla karşılaştırıldığında Alaric'in Roma istilası oldukça nazik görünür. Kaçmaya çalışanlar yakalanıp öldürüldü. Ölü sayısı hakkında tahminde bulunmak oldukça güç olsa da değişik yaklaşımlar var. Bazıları yaklaşık 90,000 kadar olduğunu savunurken, müslüman tarihçi Abdullah Wassaf birkaç yüzbin veya daha fazla Bağdatlının öldürüldüğünü tahmin ediyor. Hülagü Han, zamanın Fransa kralı IX. Louis'ye mektubunda ordusunun yaklaşık 200,000 kişiyi öldürdüğünü söylemektedir. Yapımı nesiller boyu süren cami, saray ve hastaneler yağmalandı ve yok edildi. Halife yakalandı ve öldürülmeden önce halkının katledilmesi ve şehrinin talan edilmesi izletildi. Bozkır kültürüne göre asil kan yere akarsa, tüm alem düşmanınız olur. Bu yüzden Halife keçeye sarılıp atlar tarafından çiğnetilmişti. Bir oğlu hariç tüm oğulları da öldürüldü.
Daha önceki örneklere baktığımızda Moğollar sadece dirençle karşılaştıkları şehirlerde, ele geçirdikten sonra halkıyla birlikte büyük bir yağma ve katliam yapıyorlardı. Eğer şehir savaşmadan teslim alınmışsa halkı bağışlanıyordu, Bağdat kuşatmasında da olduğu gibi kısa süren çarpışmalar sonucunda alınmışsa yağma yapılmakla birlikte bu kadar büyük bir vahşet olmuyordu. Bağdat'ın yağma edilirken sergilenen vahşet Moğol tarihinin de en acımasız olayıydı. Bazı Çin şehirlerinin de Bağdatla aynı kaderi paylaştığı söylenir fakat bunlar belgelenmemiştir. Bundan yüzyıllar sonra bile Bağdat terkedilmiş, harabe şehir görünümünden kurtulamadı. Tüm bu anlatılanlar Hülagü'nün Moğol hanları arasında niye en korkulan ve en büyük kan dökücülerden olduğunu açıklamaktadır.
TÜRKLERİN BİRBİRİNİ KIRDIĞI " Lebounion Meydan Savaşı "
Macar tarihçi Lazlo Razonyi, Bizans’ın 1091yılındaki siyasi durumunu Osmanlı’nın İstanbul’u almadan önceki günlerine benzetir.
1091’deki Bizans’ın durumu şöyledir; Anadolu’daki sınırı Pendik’de, Avrupa’daki sınırı Edirne’de bitmektedir. Anadolu’da Türkiye Selçuklu De...vleti ve Çaka Bey, Avrupa’da da Peçenek ve Kumanlar ile çevrilidir. Yani tamamen Türklerle çevrilidir.
Bizans’ın başında Aleksios Komnenos vardır. Bu İmparatorun uyguladığı siyaset sayesinde Bizans’ın ömrü üç asır daha uzayacaktır. Bizans’ın ömrünü uzatan da tam bir batılı entrikası olan “Türk’ü Türk’e kırdırmaktır.” Türk olarak tam bir milli şuura sahip olamayışımızı bu dönemde de çok acı bir şekilde göstermişiz.
Bizans İmparatoru Türklerle çevrili 11.yy.dan ilk çıkış kapısını, Kuman Başbuğları Tugurkan ve Börek’in yardımları ile aralayacaktır. Kuman ve Peçenek Türklerinin bazen tek tek, bazen ortaklaşa yaptığı baskıdan aralarına nifak sokarak kurtulmuştur.
Lebounion Meydan Savaşında (1091) Bizans ordusu kuman ordusunun desteğinde Peçenekleri tarihten silmiştir. Savaş neredeyse Kumanlar ve Peçenekler arasında geçmiş, Bizanslılar seyretmişlerdir. Kumanlar kardeşleri Peçenekleri tam bir kıyıma uğratmışlardır. Savaşın tam yeri konusunda fikir ayrılığı vardır. Meriç civarında veya Enez yakınlarında olduğu düşünülüyor.
Savaşı en iyi anlatan kaynak, Bizans İmparatorunun kızı Anna Komnena’nın yazdığı “Aleksiad” isimli tarih kitabıdır. “Aleksiad-Malazgirt Sonrası” adıyla dilimize kazandırılan eser tarihimizin önemli kaynaklarından sayılır. Esere göre, Lebounion Meydan savaşından önce 1087’de Peçenekler, Oğuz ve Macarlardan oluşan bir orduyla Bizansı’ın karşısına çıkmış, Başbuğları Çelgü bu savaşta ölmüştü.Lebounion Meydan Savaşında Peçenekler, müttefiği Çaka Bey’in zamanında gelememesi üzerine ağır bir yenilgi almışlardır. Anna Komnena, eserinde Kumanların komuta ettiği Bizans ordusunun hilal şeklinde dizildiğini anlatıyor. Bu diziliş, bildiğimiz klasik Türk savaş taktiğidir.
Anna Komnena eserinde savaşın kanlı yüzünü şöyle aktarıyor; “İki ordu çarpışmaya başladığında görülmedik kıyım yaşandı. Peçeneklerin kılıçtan geçirilmesi öyle korkunçtu ki, sanki tanrı bu halkı terk etmişti. Bütün bir ulus kadınlarıyla çocuklarıyla tümüyle yok edildi.” Peçenek adı tarihte bundan sonra pek geçmeyecektir. Peçeneklerden kalanlar Vardar boyunda, Yunan Makedonyası’nda Megleno Ulahları ile Sofya çevresindeki Şop Bulgarları olarak yaşayacaklardır.
Bizans İmparatoru çemberin birinci halkasından kurtulmuştu. Şimdi diğerlerinde idi. Sıra Çaka Bey’e gelmişti. Çaka Bey, Türk tarihinin ilk denizcisi, ilk Türk donanmasını kuran Serdar diye bilinir. Türkiye Selçuklu Sultan’ı I. Kılıçarslan, aynı zamanda Çaka Bey’in damadıdır.
I. Kılıçarslan, Bizans İmparatoru’nun oyununa kanıp kayınpederinin kendini ortada kaldıracağını düşünerek ona büyük bir tuzak hazırlar. 1097 yılını ilk aylarında Çaka Bey, Bizans’a karşı ittifak yaptığı damadı I. Kılıçarslan ile Çanakkale dolaylarında birleşirler. Damat, kayınpederini gayet sevecen ve sıcakkanlı karşılamıştır. Oturup beraber yiyip içerler. Çaka Bey sarhoş olmuştur. Damadı onun bu zayıf anını beklemektedir. Kılıcını çıkartır ve kayınpederine saplar. Çaka Bey, büyük Türk denizcisi orada ölür.
Bizans İmparatoru başarmıştır. Bir düşmanını daha ortadan kaldırmıştır. Hem de bunu diğer düşmanına yaptırmıştır. Bu düşmanlar kardeş, akraba olduklarını, gerçek düşmanlarının kim olduklarını unutmuşlar, birbirlerini yemişlerdir.
I. Kılıçarslan, hata yaptığını sonradan anlayacaktır. Bizans İmparatoru Türkiye Selçuklularına saldıracak, başkentleri İznik’i yedi hafta kuşatmadan sonra ele geçirecektir. Türk esirleri arasında I. Kılıçarslan’ın eşi, Çaka bey’in kızı da vardır. Bizans Çaka Bey ölünce siyasi karmaşa yaşayan İzmir ve çevresini de ele geçirir.
Tarihimiz birbirimize düştüğümüz, düşürüldüğümüz olaylarla dolu. Yazık. İçimiz cız ediyor öğrenince bunları. Kendimizi çabuk kaybediyoruz, geçmişi çabuk unutuyoruz. Öğrenmiyoruz da! Ders de almıyoruz. Bugün hala bizi bize düşman etmeye çalışanları, bizi bize kırdırmaya çalışanları görmezden geliyoruz.
BUGÜNÜN KİTAP ÖNERİSİ
Adaleti, merhameti ve zaaflarıyla önce çıkan Bizans-Roma imparatorunun romanı…
Bizans-Roma İmparatorluğu’nun M.S. 330-565 yılları arasındaki üç döneminin anlatıldığı trilojinin bu yeni kitabında Radi Dikici, Büyük Theodosius’u romanlaştırdı.
Belgelere dayanan bu biyografik eserde imparatorluğa hükmedenler arasındaki gün ışığına çıkmamış ilişkiler, komşu ülkeler arasındaki diplomatik temaslar, Gotlara ilişkin sorunların çözümü ayrıntılı olarak yer almaktadır.
İktidar hırsının neden olduğu acımasız taht çekişmelerinin yanı sıra bu romanda, Theodosius Forumu’nun inşası, Sümela Manastırı’nın kuruluş öyküsü, Hıristiyanlığın esaslarının tespit dönemi ve Kalkedon’un (Kadıköy) yeniden yaratılışı ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.
GAZNE DEVLET TEŞKİLATI
Gazneli devlet anlayışı, İslam halifesini veya onun adına hüküm süren hükümdarları "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak telakki eden İslami anlayışla bağdaşan, İrani, İslami ve Türki hâkimiyet anlayışlarının bir sentezi şeklinde gerçekleşmiştir. Samanîler gibi köklü ve esaslı devlet teşkilatına sahip bir İslam devletine bir süre hizmet eden ve bir süre de ona tâbi olarak varlığını sürdüren Gazneli Devleti, Orta Çağ İslam devletlerinin özelliklerini, devlet, hükümet ve hâkimiyet anlayışlarını aynen yansıtmaktadır. Teşkilat olarak da, Abbasî, Samanî ve eski Türk (Eftalit, Göktürk ve Uygur) gelenekleri görülmüştür.
Daha önceki Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi Gaznelilerde de hükümdar adına hutbe okutmak ve para bastırmak, hükümdarlık belirtilerindendir. Ülkede emir veya sultan, devletin tam hâkimidir. Gazneli Mahmut'tan önceki hükümdarlar, emir unvanını kullanırken, Gazneli Mahmut ve sonrasındaki hükümdarlar "sultan" unvanını kullanmışlardır.Devlet dairelerine dîvân denilmektedir. Bu dîvânların en önemlileri, Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Arz, Dîvân-ı Risâlet ve Dîvân-ı İşrâf idi. Dîvân-ı Vezâret, maliye ve genel yönetim işlerine bakardı ve başkanı vezirdi. Dîvân-ı Arz, bugünkü Savunma Bakanlığının karşılığı olup, başındakine Arız veya Sâhib-i Dîvân-ı Arz denilirdi. Yüksek askeri rütbeliler genellikle hâcîb diye anılırken, sivil görevli olan vezirler ve divan sahipleri hâce-i bozorg ve hâce olarak adlandırılmıştır. Gazneli idaresindeki sivil bir görevlinin alabileceği en yüksek unvanlardan biri de amîd olup, vezirler, divan sahipleri ve bürokrasideki birkaç kişi için kullanılmıştır. Vilayetlere, özellikle de Irak yakınlarına tayin edilen görevliler (kethüdalar/eyalet vezirleri) amîd-i Irak olarak vasıflandırılmışken, özel statü arzeden Harezm bölgesi valilerine harezmşah unvanı verilmiştir. Ayrıca bir eyalette, sivil idarenin başındaki görevliye sâhîb-i dîvân denirdi; sâhîb-i dîvân, vergilerin toplanması ve yönetim işlerinden sorumluydu.
QİN HANEDANI
Köken ve Erken Dönem
Antik politika danışmanı Gao Yao'nun neslinden Feizi, Qin Hanedanlığı'nın kurucusu ve bugünkü Peytonians'ın bulunduğu eski Qin Şehri'nin yöneticisidir. Qin şehrinin olduğu bölge Zhou Hanedanlığı'nın 8. yöneticisi olan Kral Xiao'nun döneminde Qin bölgesi olarak anılmaya başlandı. M.Ö. 897'de, Gonghe'un yönetimi altında bölge at yetiştiriciliğine ayrılmış bir koloni haline geldi. Feizi'nin torunlarından Duke Zhuang'ın, Zhou Hanedanlığı'nın 13. kralı olan Kral Ping'in kendine yakın görülmesiyle, oğlu Duke Xiang, seferlere gönderildi. Bu seferler sırasında Duke Xiang, Qin Hanedanlığı'nı resmi olarak kurmuş oldu.
Qin Devleti, etrafındaki beyliklerin tehdidiyle büyük akınlarda bulunmamış olsa da, M.Ö. 672'de Orta Çin bölgelerine ilk seferini düzenledi. M.Ö. 4. yy'ın sonlarında Qin Devleti'nin etrafındaki beylikleri kontrol altına almış ya da fethetmiş olması, daha sonra Qin Hanedanlığı'nın yayılmacı politikası için zemin oluşturmuştur.
Yükselme
Qin devlet adamlarından Shang Yang, M.Ö. 361'den M.Ö. 338'de ölümüne kadar çeşitli askeri reformlar yapmıştır. Aynı zamanda Qin Hanedanlığı'nın başkenti olan Xianyang'ın oluşturulmasına da yardımcı olmuştur. Şehrin M.Ö. 4. yy'ın ortalarında başlayan gelişmesi, daha sonraları Savaşan Devletler'in diğer başkentlerinin de bu şehre benzeyerek yapılanmasına yol açmıştır.
Shang Yang'ın reformlarından en önemlisi, acımasız ve uygulamalı bir harp halini savunan Legalizm felsefesidir. Legalizm, Zhou Hanedanlığı'nda ve Savaşan Devletler Çağı'ndaki savaşı cennetin kurallarıyla yönetme felsefesine karşı bir felsefedir ve düşmanın zayıf noktalarından yararlanmayı uygun görür. Wei Hanedanlığı'ndan soylu birinin tanımlamasıyla Qin Hanedanlığı tamahkar, fasık, kâr güden ve samimi olmayan bir hanedanlık olarak tanımlamıştır. Legalist düşünce, uzun yaşayan yöneticilerin iyi liderliği, başka hanedanlıklardan yetenekli kişilerin görevlendirilmesinin kötü karşılanmaması ve iç muhalefetin az olması, Qin Hanedanlığı'nın güçlü bir politik zemin oluşturmasında etkili olan nedenlerdir.
Qin'in diğer bir avantajı da, verimli, büyük bir orduyla kabiliyetli komutanlara sahip olmasıydı. Düşmanlarının aksine silah ve taşımadaki son gelişmeleri kullanmaları, farklı zeminlerde de etkili bir şekilde savaşmalarına yardımcı olmaktaydı. Sonuç olarak Qin, ideoloji ve uygulama konusunda askeriyede diğer hanedanlıklardan üstün konumdaydı.
Son olarak Qin, etrafı dağlarla çevrili olmasından dolayı doğal bir koruma altında, jeopolitik bir konuma ve verimli arazilere sahipti. Gelişmiş tarımsal üretim, büyük ordusunun besin ihtiyacını karşılamaya yeterli seviyedeydi. M.Ö. 246'da inşa edilen Wei Nehri kanalı da tarımsal gelişmede büyük rol oynamıştır.
Diğer Hanedanlıkların Fethedilmesi Savaşan Devletler Çağı'nda yükselen Qin Hanedanlığı'nın dışındaki hanlıklar, Yan, Zhao, Qi, Chu, Han ve Wei idi. Bu hanedanlıkların yöneticileri kendilerini kral olarak anmış olsa da, "Cennetin Vekâleti" unvanı Zhou hanedanlarına aitti.
M.Ö. 3. ve 4. yy'daki fetihlerinden önce Qin, dönem dönem gerilemeler yaşanmıştır. Örneğin Kral Wu, bir öğrencinin ona karşı duyulan kinden dolayı idam edilmesi kuralının soylulara da uygulandığını göstermek için Shang Yang'ı aynı sebepten idam ettirmiştir. M.Ö. 307'de Qin, iç ihtilaflar sonucu merkeziliğini kaybetmiştir. M.Ö. 295'te diğer hanlıkların ittifakına, kısa bir süre sonra da Qi ordusuna karşı savunmada olan Qin ordusu, Zhou Hanlığı'na yenilmiştir. Ne var ki agresifliğiyle bilinen devlet adamı Fan Sui yönetime geçtiğinde hanlığın sorunları sona ermiş ve Jin ve Qin Hanedanlıkları'nın yayılımcı politikaları takip edilerek fetihçi politika uygulanmaya başlanmıştır.
Qin, diğer hanlıklara saldırma konusunda hızlı davranmış ve ilk olarak doğusundaki Han Hanedanlığı'nın başkenti olan Yangdi'yi M.Ö. 230'da fethetmiştir. Daha sonra fetihler kuzeye doğru yön değiştirmiş, Zhou (M.Ö. 228) ve Yan (M.Ö. 226) hanlıkları Qin topraklarına katılmıştır. Sonraları Qin ordusu doğuya doğru atağını sürdürmüş, güneydeki Wei şehri Daliang'ı M.Ö. 225'te, Chu hanlığını M.Ö. 223'te, Zhou'nun kalan son şehri olan Luoyang ile Qi'nin Linzi şehrini M.Ö. 221'de fethederek tüm bu hanedanlıklara son vermiştir.
III.AĞRI HAREKATI
11 Haziran 1930'da Türk ordusu ayaklanmaya karşılık verdi. Hoybun örgütü bu ayaklanma için diğer Kürtlerin acilen destek çağrısında bulundu. Bu ayaklanma çoğunluğu Kırmanci kürtlerinden olanlar tarafından yapılmıştır.Kirmancilerin sayısı Dersimlilerin sayısından fazlaydı. Çünkü Hoybun'un çağrısına Türk askeri Iğdır, Sipan Dağı, Van civarında ani karşılık vermiştir ve destek çok küçük bir alanda olmuştur. Türkler geçici olarak Ağrı'ya yaptıkları hücumu durdurmuşlarıdır. İsyancılar çok fazla sayıda olan Türk askerlince bertaraf edilmişlerdir.
Ayaklanmadının kumandanı İhsan Nuri Paşa, Türk Hava birliklerinin Ağrı Dağı ayaklanmasını bertaraf etmesindeki rolünü konu alan ve başlığı La Révolte de L'Agridagh (Ağrı Dağı İsyanı).bir kitap yazdı .
1930 yılının yazında, Türk uçakları Ağrı dağını her yönden bombalıyordu. Ihsan Nuri Paşa'ya göre. Türk uçakları üstünlüğü isyancıların demoralize olmasına ve buna bağlı olarak da teslim olmasına neden oldu.
Ayaklanma boyunca, Türk uçakları birkaç Kürt aşiret ve köyünü bombaladı. Örneğin Helikanlı ve Herki aşiretleri 18 Ağustos 1939 da bombalandı. Asi köyler devamlı olarak bombalandı. İkincisi de 2 ve 29 Ağustos'ta oldu.
12 ve 19 Haziran 1930'da. Kürt pozisyonları aşırı derecede bombalanıyordu. Kürtler Ağrı dağının daha üst bölümlerine geri çekildiler. 9 Haziran tarihli Cumhuriyet Gazetesi. Türk uçaklarının Ağrı dağını "Yağmur gibi bombalıyor" haberi yayınladı. Bombardımandan kaçan Kürtler canlı olarak ele geçirildi. 13 Haziran'da, Zilan'daki ayaklanma bastırıldı. Ayaklanmayı bastırmada 10-15 hava bölüğü kullanıldı. 16 Haziran'da 2 Türk uçağı düşürüldü ve içindeki iki pilot da isyancı tarafından öldürüldü. Hava bombardımanı birkaç gün devam etti ve isyancı güçleri 5.000 metre yüksekliğe çekildiler. 21 Haziran'da yapılan bombardımanda birçok isyancı müdafasını yok etti. Bu operasyonlar sırasında Türkiye ordusu 66.000 asker ve 100 uçağa sahipti. İsyancılara karşı yapılan bu mücadele 17 Eylül 1930'da sona erdi.
Ağrı ayaklanması 1931'de bertaraf edildi ve Türkiye bölgedeki hakimiyetine devam etti.

 EFLAK PRENSLİĞİ
14. yüzyılın başında Karpatlar ile Tuna, Siret ve Milcov nehirleri arasındaki devletçiklerin birleşmesi sonucu Câmpulung (daha sonra Curtea de Argeș) merkezli olarak kurulan ilk bağımsız Rumen prensliğidir.
Eflak toprakları bir bütün hâline gelmeden önce bir takım göçebe topluluklar -sonuncuları Kumanlar ve Moğollardır- bu bölgeden akın akın geçerek ilerlemişlerdir. 1242 yılından sonra bölge, Altın Orda (Moğol İmparatorluğu'nun en batıdaki bölümü) ile Macaristan Krallığı arasında sınır bölgesi hâline gelmiştir.Oltu Nehri'nin doğusunda bulunan Büyük Eflak'taki Rumenler bu dönemde Moğollara vergi vermek zorunda kalmıştır. Küçük Eflak'takiler ise hükümdarı Macaristan kralları tarafından tayin edilen Severin Banlığı'nın baskısı altında kalmıştır. Altın Orda'nın bölge üzerindeki hakimiyeti 13. yüzyılın sonlarına doğru zayıflamış, eş zamanlı olarak Macaristan Krallığı'nda da büyük bir siyasi kriz baş göstermiştir. Bu olaylar sayesinde bölgedeki yeni türemiş devletler özerkliklerini güçlendirme imkânı bulmuştur.
Eflak'ın kuruluşu, bir Rumen geleneğine göre Radu Negru (Kara Radu) adlı bir şahsın 1290'lı yıllarda beraberindeki kalabalık ile grupla Güney Karpatlar'ı geçerek Făgăraş'tan bölgeye gelişine rastlar. Daha güvenilir kaynaklara göre ise Oltu ve Argeş vadilerinde oturan Rumen hükümdarlarının kendi aralarından Basarab'ı lider seçmeleriyle gerçekleşmiştir.Voyvoda I. Basarab, Macaristan Krallığı ile ilişkilerini kesmiş ve kralının egemenliğini tanımamıştır. I. Basarab çeşitli ülkelerin desteğini almış ve 12 Kasım 1330 tarihinde Posada mevkiinde Macar Kralı I. Károly'e karşı kazandığı askerî zafer sonucunda özerklik elde etmiştir. Böylece bu tarihe kadar süren Macar üstünlüğü sona ermiştir.
Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne bağlı olan Eflak Metropolitliği, I. Basarab'ın oğlu Nicolae Alexandru (1352–1364) döneminde kurulmuştur. Eflak'ta ilk gümüş ve bronz para ise 1365'te darbedilmiştir.1391'de ülke, Osmanlı Devleti'ne ilk kez haraç vermeyi kabul etmiştir.
 ÇİRMEN MUHAREBESİ
1364 yılında yapılmış olan Sırpsındığı Muharebesi'nde yenilen taraf olan Sırpların Osmanlı Devleti ile, Meriç kıyısındaki Çirmen yakınlarında (günümüzde Ormenio), 26 Eylül 1371 tarihinde yapılan muharebe. Osmanlıların zaferiyle sonuçlanmıştır.
Sırp kral Jovan Uglješa, sultan Murat Anadolu'dayken Edirne yönüne saldırıp Osmanlı Devleti'ni hazırlıksız yakalamak istedi.Karşısına çıkan Osmanlı ordusu sayıca kendisinden çok az 10.000-15.000 kişi kadardı ancak taktiksel yönden bu kuvvet yüksek manevra kabiliyetine ve daha üstün taktiklere sahipti. Sırp ve Makedon birliklerinin ilerlemesine izin veren Osmanlı Kuvvetleri Çirmen mevkiinde geceleyin düşman ordusuna saldırdı. Ne olduğunu anlayamadan hazırlıksız yakalanan paniğe düşen düşman ordusu, hatlara sızan Osmanlı atlılarının, Sırp ve Makedon komutanlarını öldürülmesi ile darmadağın edildi. Savaş, Osmanlı Devleti'nin zaferi ile sonuçlandı. Bu zafer ile Osmanlılara Makedonya'nın yolları açıldı. Osmanlılar Drama, Kavala, Serez gibi yerleri Yunanistan'da belli bölgeleride ele geçirdiler.
Makedonya'daki Sırp Prensleri, Bulgar Kralı ve Bizans İmparatoru Osmanlı hakimiyetini tanıdılar. Böylece Osmanlı İmparatoruğu'nun Balkanlar'daki fetihleri kolaylaştı. Osmanlı Devleti'nin balkanlardaki ilerleyişi hız kazanmış oldu.
Bu zaferden sonra Sırbistan Osmanlı Devleti'ne bağlılığını bildirmek zorunda kalmıştır.
TARİHTEN TÜYLER ÜRPERTEN BİR OLAY
İstanbul'un işgal yıllarında Atatürk, annesi Zübeyde Hanım'ın Beşiktaş Akaretlerdeki evi İşgal kuvvetleri tarafından gözetim altında tutulduğu için Pera Palas Oteli'nin 101 nolu odasında kalmıştı.
Atatürk'ün odası da şu an müze. 32 parça eşyanın sergilendiği odadaki en ilginç şey ise duvarda asılı olan seccâde. Pera Palas otelindeki tüyler ürpertici bu seccâdenin hikâyesi şöyle:
1929'da Hindistan mihracesi Atatürk'ü ziyarete gelirken kâhinine ilginç ve kalıcı bir hediye hazırlaması için emir veriyor. Kâhin de küçük bir seccâde dokutuyor ve Atatürk'e hediye ediliyor. Duvarda asılı olan seccâde bu.
İlginç olan ise üzerindeki deseni. Bir saat motifi var ve bu saat 09:07 yi gösteriyor. Bilindiği gibi Atatürk'ün ölüm saati 09:05 tir. Lâkin beyin, kalp durduktan sonra 2 dakika daha yaşar.
Yani seccâdedeki saat Atatürk'ün beyin ölümünün gerçekleştiği saat. Saatin etrafındaki 10 kasımpatı çiçeği ise Atatürk'ün 10 Kasım'da öleceğine işaret. Dünya'nın en esrarengiz ve aynı zamanda en ürkütücü hediyesi bu olsa gerek.

25 Eylül 2013 Çarşamba

YILDIRIM BAYEZİD "RUMELİ SORUNLARI ve SEFERLERİ"
1389'da ilk olarak I. Bayezid, Anadolu işlerini bir köşeye koyup Rumeli sorunları ile ilgilendi. Sırbistan işlerini yoluna koymak için çaba verdi. Kosova Savaşında öldürülen Sırp Kralı Lazar'in ardılı olan İstvan Lazaroviç'le yeni bir anlaşma yapılarak Sırplar için yıllık vergi ödenmesi tayin edildi ve yeni kralın kızkardeşı Mara Despina'nın I. Bayezid ile evlenmesi icin anlaşma yapıldı. Yeni bir Hristiyan ittifakını önlemek amacıyla Vidin, Eflak ve Bosna yörelerine Paşa Yiğit, Hoca Firuz ve diğer akıncı beyleri komutasında akıncı birlikleri sevkedildi. Yoğun bir Türkmen göçmen grubunun Üsküp ve civarına yerleştirilmesi sağlandı. Padişah kışı Edirne'de geçirdi. Edirne'nin imar edilmesi için uğraştı. Hükümdarlığını kutlamaya gelen elçileri kabul etti. Venedik Cumhuriyeti elçisi Francesko Kuirini'ne Venedik ticari kolonilerine tanınan imtiyazların devam etmesi için güvence sağlandı.
1391'de ilkbaharında Anadolu'da Kastamonu seferi yapmaktayken Eflak Voyvodası Mirce Tuna Nehrini geçip Karinabad'a kadar ilerledi. Bunun üzerine I. Bayezid hızla Rumeli'ye Mirce üzerine yöneldi. Arkus Ovası Savaşı'na Mirce komutasındaki Eflak ordusuna karşı çıktı. Savaşı Osmanlı ordusu kazanıp Eflak Voyvodası Mirce esir alındı. Mirce ile yapılan anlaşmaya göre Mirce çok yüksek bir kurtuluş akçesi ödemek zorunda kalıp ülkesine dönebildi. Eflak Voyvadalığı da Osmanlı devletine bağımlı bir vasal devlet statüsüne girdi.
1393'de de I. Bayazid Anadolu'da Amasya ve civarında iken Macarların saldırıları üzerine Rumeli'ye döndü. Bulgarların başkenti olan Tırnova'yi ele geçirdi. Macar-Bulgar karışık orduları işgaline ugrayan Tuna boyu kaleleri olan Silistre, Niğbolu ve Vidin'i tekrar Osmanlı egemenliğine aldı. Niğbolu kalesine kapanmış Bulgar Kiralı Şişman ve oğlu Aleksander kısa bir kuşatma sonunda bu kalede I. Bayezid eline esir düştüler.
1394'te Selanik ve Yenişehir'i (Mora) alan Osmanlı orduları, Teselya ve Arnavutluk'a kadar ilerlediler.
1395'de Bizans imparatoru ve prenslerinin Serez'de görüşmeleri başarısız kalınca I. Bayezid komutasında Osmanli ordusu güneye Yunanistan üzerine hücuma geçip Tırhala, Domacia, Patras ve Farsala şehirlerine eline geçirdi. Sonra tarihî Termopylae Geçidi'nden geçerek Atika yarımadası bölgesine girdi. O yazki bu Yunanistan'daki başarısından sonra I. Bayezid yine o yaz sonu Anadolu'ya Kastamonu'ya yöneldi.
1396'da ise, yine Rumeli'nde çok büyük bir Haçlı Seferi ordusuna karşı 23 Eylül 1396'da Niğbolu Savaşı yapıldı ve I. Bayezid çok büyük bir zafer kazandı.
1397'de Balkanlardaki akıncı grupları Evrenos Bey, Murtaza Bey ve Yakup Paşa komutalarında Venedik'e bağlı olan Koron ve Modon kaleleri ile Mora'ya akınlar tertip ettiler. Bu akınlar yıldırma ve yağma toplama hedefli idi; bu kaleler ve arazileri fethetmeleri ve arazilerine yeni Türkmen aileleri yerleştirilmeleri ön görülmemekteydi. Tam aksine Rumeli'nin bu yörelerinin bazı yerlerinde bulunan halk toplu olarak Anadolu'ya göç ettirilmişti.
ANKARA ANTLAŞMASI 1926
Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra Türkiye'nin uğraştığı sorunlardan biri de Irak sınırı ve Musul sorunudur. İngiltere ile Türkiye arasında barışı tehlikeye sokan Musul sorunu zorlukla çözümlenebildi. Musul Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalandığı sırada Osmanlı Devleti'ne bağlıydı. Yüzyıllarca Türk egemenliğinde kalan ve yüzde doksanı Türk olan Musul daha sonra Misak-ı Millî sınırları içinde de yer aldı.
İngiltere, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. maddesine dayanarak, antlaşmanın imzalanmasından birkaç gün sonra Musul'u işgal etti.Milli Mücadelenin zor koşulları içinde TBMM Hükümeti bu bölge ile ilgilenemedi.
Türkiye, Lozan Konferansı'nda Musul'un Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer aldığını söyleyerek İngiltere'den Musul'un kendisine bırakılmasını istedi. İngiltere, bu bölgenin Milletler Cemiyeti'ne götürülmesi kararlaştırıldı.
Musul sorununun çözümlenmesi için İngilizlerle ilk kez 1924 yılında İstanbul'da Haliç Konferansı'nda görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerde İngilizler çok fazla istekte bulunduklarından dolayı anlaşmaya varılamadı. Haliç Konferansı'nın başarısızlıkla sona ermesinden sonra İngilizler isteklerini zorla kabul ettirmek için bazı olayları bahane ederek Türk hükümetine bir ültimatom verdiler. Ültimatomda, istekleri kabul edilmeyecek olursa askeri girişimlerde bulunacaklarını açıklıyorlardı. Türk hükümeti bu ültimatoma verdiği karşılıkta, sınırlarını ve bağımsızlığını korumak için her türlü önlemi alacağını bildirdi. Bu kesin karar karşısında, İngiltere hükümeti herhangi bir harekette bulunmaya cesaret edemedi. Fakat Şeyh Said İsyanı nedeniyle gerekli askerî harekat yapılamadı.
Bunun üzerine, 1926 yılında Musul Sorunu Milletler Cemiyeti'ne götürüldü. Sorun burada da çözümlenemeyince Yüksek Adalet Divanı'na verildi. Ama burada da olumlu bir sonuç alınamadı. Nihayet, İngilizlerle Ankara'da bu konu üzerinde yapılan görüşmeler bir anlaşma ile sona erdi.
Sonuç olarak 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara Antlaşması imzalandı.
KURTULUŞ SAVAŞINDA GÜNEY CEPHESİ
Türk-Fransız Cephesi veya Güney Cephesi Kurtuluş Savaşı Milli kuvvetlerin Fransız lejyoner birliklerine (Fransız, Cezayir ve Ermeni Askerlerinden oluşan) karşı verdikleri savaşı kapsamaktadır. İngilizler Musul, İskenderun, Kilis, Antep, Maraş, Elbistan ve Urfa’yı işgal ettiler. Fransızlar ise Adana, Mersin ve Osmaniye’yi işgal ettiler.
İşgalin sonlandırılmasında Molla Mehmet Karayılan 6400 civarında şehit vererek Fransızlara kendi birliğinin onlarca misli kayıp verdirdi. Böylece Karayılan, Antep'te efsane oldu.
Bugünkü Adana'nın ilçeleri Haçin (Saimbeyli),Sis (Kozan) ve Pozantı'da Fransızların halka büyük zulmü oldu; Fransızlar Haçin'de annelerinin gözleri önünde çocukları kaynattılar ve büyük mücadeleler cereyan etti. En sonunda yörenin yönetim merkezi olan Sis(Kozan) Sancağı 2 Haziran 1920 günü yöre insanlarınca kurtarıldı.
Maraş’ta, Sütçü İmam’ın önderliğini yaptığı mücadele sonunda Maraş’ta tutunamayan düşman şehri terk etmek zorunda kaldı (12 Şubat 1920). Urfa şehrinde Ali Saip (Ursavaş) Bey tarafından teşkilatlandırılan Türk direnişi başarıyla sonuçlandı. Fransızlar 11 Nisan 1920’de şehri boşalttı.
Antep halkı 1 Nisan 1920’de Fransızlara karşı ayaklandıysa da 9 Şubat 1921’de teslim oldu. TBMM, Fransa ile Ankara Anlaşması’nı imzalayarak Güney Bölgesi'nden çekildi.
WİLLİAM FAULKNER
Amerikan Modernist yazarların babası sayılan Faulkner, rakip gördüğü Ernest Hemingway'den farklı olarak, uzun ve karmaşık anlatımları benimsemiştir. Uyguladığı teknikler arasında bilinç akışı tekniği ve çoğul anlatı (multiple narration) teknikleri bulunur. 1930'larda Avrupa'daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazarıdır.
25 Eylül 1897'de Mississippi'de doğan Faulkner, buradaki Güney geleneğinden oldukça etkilendiği bir çocukluk geçirdi. Daha sonra hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Oxford'daki Lafayette kasabasına taşındılar. Eserlerinde bahsettiği "Jefferson" Oxford'u, "Yoknapatawpha kasabası" ise Lafayette'i temsil eder. Büyük-büyük babası William Clark Falkner Konfederasyon ordusunda görev yapmış, tren yolu yaptırmış ve adını Tippah kasabası yakınındaki Falkner şehrine verdirmiş Mississippi'nin önemli karakterlerinden biridir. Aile soyadları Falkner olmasına rağmen, büyük ihtimalle görevli memurun hatası sonucu Faulkner olmuştur. Liseyi terkettikten sonra bir işte tutunamayıp "wastrel" (defolu mal) olarak anılmaya başlanmıştır. 1918'de, iki ailenin Faulkner'ın ev geçindiremeyeceğine karar verip ayırdıkları nişanlısı Estella Oldham'ın zengin ve yaşlıca olan Cornell Franklin'le evlenip Çin'e yerleşmesiyle büyük bir üzüntü yaşamış ve Yale öğrencisi olan Oxford'dan arkadaşı Phil Stone'un yanına, New Haven'a gitmiştir. Burada kâtiplik yapmış, Phil Stone'un onun için hazırladığı okuma programıyla klasikleri ve çağdaş yazarları okumuş, bu sayede Melville, Cervantes, Dostoyevski ve Conrad'ın eserlerine büyük hayranlığı oluşmuştur.
Daha sonra Toronto'da yardımcı pilotluk yapıp Oxford'a geri dönen yazar bu sefer Mississippi Üniversitesi'ne girmiş, burada "Marionettes" adlı bir grup kurup aynı adı taşıyan bir oyun yazmaya çalışmış fakat başaramamış ve 1921'de okulu bırakıp New York'a gitmiştir. Burada bir kitapçıda çalışmış ve Sheerwood Anderson'ın ileride eşi olacak olan Elizabeth Prall'la tanışıp arkadaşlık kurmuştur. Aynı yılın Aralık ayında Oxford'a geri dönmüş ve bu sefer de üniversitede postane müdürü olarak çalışmaya başlamıştır. 1924'de The Marble Faun(Mermer Tanrıça) adlı şiir kitabını basmıştır.
1925'de New Orleans'a gidip arkadaşı olan Elizabeth Prall sayesinde Sherwood Anderson'ın "çırağı" olmuş ve onun yönlendirmeleriyle Birinci Dünya Savaşı sonunda entellektüellerde ve toplumda görülen sıkıntı ve büyük üzüntüyü benimseyip, yine Anderson'ın yönlendirmesiyle 1926'da Soldier's Pay'i yazmıştır.
1929'a dek olan yazılarında şeytani özellikler taşıyan karanlık kötü kadın karakterler görülürken, 1928'de Estella'nın boşanıp dönmesi ve William Faulkner'ın onunla evlenmesiyle bu kadın modeli değişmiştir. 1929'da Sartoris'i yazmıştır. Bu eserinin önemli özelliği, Faulkner'ın ünlü Yoknapatawpha kasabası sembolünü ilk kullandığı kitabı olmasıdır. Aynı yıl ünlü eseri The Sound and the Fury'yi (Ses ve Öfke) yazmış ve büyük bir başarı kazanmıştır. 1930'da ise As I Lay Dying'de (Döşeğimde Ölürken) 40 mil ötedeki Jefferson'a gömülmek istediğini söyleyen Addie Bundren'in cenazesinin ailesi tarafında buraya götürülmesi anlatılır.
Paraya sıkıştığı bir dönemde, sırf satış yapması için 1931'de yayımlanan Sanctuary'yi (Kutsal Sığınak) yazar fakat beklediği kadar büyük satışı sağlayamaz. Daha sonra devam eden maddi sıkıntıları yüzünden ara ara Hollywood'da senaryo yazarlığı yapar. 1932'de ise Light in August'u (Ağustos Işığı) yazar. Bu eserde, Lena Grave, Joe Christmas ve Peder Hightower'ın geçmişe saptantılı hikâyeleri birçok anlatıcı kullanılarak anlatılır. 1936'da Absalom! Absalom!'u yazar.
Faulkner eserlerinde genel olarak Güney kültürünün çöküşü ve bozuluşunu, ve aile sevgisi ve gururunun yok oluşunu ele alır.
1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandıktan sonra, 1955'de Pulitzer Ödülü'nü alan Faulkner, 1962'de bir kalp krizi sonucu ölmüştür.

24 Eylül 2013 Salı

TOLUNOĞULLARI
Mısır'da kurulmuş İslam devletidir. Kurucuları Türk kökenli hanedanın iktidarda olduğu Mısır devletidir. Halkın çoğunluğu Araplardan oluşmaktaydı. Türk yönetiminde Mısır'da kurulan ilk devlettir. Bu devletin döneminde Mısır bayındır hale getirlmiş, han, hamam, cami gibi sosyal ve dini tesislerle donatılmıştır.
En güçlü dönemi kurucusu Türk asıllı Fergana'dan gelme asker kölesi  olan Ahmed bin Tolun dönemidir. Mısır, Tolunoğullarıyla birlikte ilk kez bağımsız olarak yönetilmiştir. Ahmet bin Tulun ekonomi alanında yaptığı düzenlemeler ile Mısır tarihinde yer edinmiştir. Bu dönemde Filistin, Bingazi, Suriye (878'den itibaren), Antakya ve Mersin alınmıştır.
Oğlu Humareveyh döneminde elden çıkan Suriye tekrar geri alınmıştır. Bu dönemde ekonomik nedenli ayaklanmalar çıkmıştır. Tolunoğullarında devletin temeli güçlü bir orduya dayanıyordu. Ordu, Türk askerlerinden oluşuyordu
Tolunoğulları döneminde Mısır, mimaride altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde yapılan Ulu Cami ve Tolunoğlu Ahmet Cami Kahire'deki en önemli mimari eserlerdir.Tolunoğlu Ahmet Cami'nin bitişiğinde hamam ve eczane vardı. Tolunoğlu Ahmet,kurmuş olduğu "Maristan" adını verdiği hastane ve eczane için 60.000 dinar ayırmıştı.Hastaneye esir,asker,zengin veya fakir herkes alınır.hastalardan tedavi için herhangi bir ücret alınmazdı.Nil Nehri üzerinde bentler ve su kanalları yaparak tarımı geliştirdi. 905 yılında taht kavgaları nedeniyle Abbasiler tarafından yıkılmıştır.
BYZANTİON
İstanbul şehrinin kent olarak ilk atası ve Konstantinopolis'ten önceki adıdır. Antik Yunanistan'da bugünkü Topkapı Sarayı'nın bulunduğu bölgede, Boğaz'ın güneybatı girişinde, Haliç ve Marmara Denizi'nin arasında tarihi yarımadanın doğu ucunda kurulmuş bir şehirdir. Efsaneye göre Megara, Argos, Korint'den gelen kolonici Dor Yunanlılar tarafından MÖ 667'de kurulmuş ve adını kral Byzas veya Byzantas (Yunanca: Βύζας ya da Βύζαντας)'tan almıştır.
Şehir stratejik konumundan ötürü daha sonraki dönemlerde önce Roma İmparatorluğu'nun, daha sonra Bizans İmparatorluğu ve Latin İmparatorluğu'nun, son olarak da Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olmuştur. Romalılar ve Bizanslılarca başkentleri Konstantinopolis, Osmanlılarca başkentleri Konstantiniyye veya Dersaadet olarak anılmıştır. Yunancada "εις τήν Πόλι(ν)" (/is tin boli/) yani "şehir'e" olarak kullanılan isim, Osmanlı'da da İstanbul olarak sıkça kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nce şehir 1930 yılından beri resmi olarak İstanbul diye adlandırılmaktadır.
I.BULGAR DEVLETİ
Türklerin Kıpçaklar kolunun Bulgar boyunun 632'de bugünkü Balkan bölgesinde Kağan Asparuh komutasında kurdukları devlettir. Devlet bugünkü Bulgaristan, Arnavutluk, Bosna, Hırvatistan, Yunanistan, Macaristan, Kosova, Makedonya Cumhuriyeti, Moldova, Montenegro, Romanya, Sırbıistan, Slovakya, Türkiye ve Ukrayna topraklarını içine alan yaklaşık Türkiye kadar bir toprak büyüklüğü olan (750.000 km2) topraklarda kurulmuştur.
Hazarların kuzeye doğru ittirdiği Bulgarlar bugünkü Çuvaşistan'ın olduğu bölgede (Volga Bulgaria isimli devleti kurmuş; batıya ittirdiği Bulgarlar ise Kağan Asparuh komutasında Tuna havzasında Birinci Bulgar İmparatorluğu'nu kurmuşlardır. Bu imparatorluk daha sonra kuzeyden gelen Slav kavimleri de bünyesinde bulundurmuştur. Göktanrı dinine mensup Bulgarlar Balkanların en yüksek dağının ismini Türklerin göktanrısı Tengri olarak isimlendirmişlerdir. Bu dağ daha sonra Osmanlıların bölgeye hakim olmasıyla Musala (Maşallah'dan geldiği sanılmaktadır) olarak değiştirilmiştir.
Bulgarların bu devleti "Birinci" Bulgar İmparatorluğu diye adlandırmasının nedeni kurulan devletin Slav, Yunan ve Trakya halkını da içeren çok uluslu bir yapıya sahip olmasıdır. Lakin Birinci Bulgar İmparatorluğu kurulmadan önce Bulgarlar 2 tane daha devlet kurmuşlardı: Hazar bölgesindeki Bulgarya Hanlığı ve Volga Bulgarya Devleti.
Bugün Ortodoks dinine mensup, Çuvaşistan'da yaşayan ve Bulgarca'ya en yakın dil olarak nitelendirilen Çuvaşça dilini konuşan yaklaşık 2 milyon Çuvaş Türkü, Birinci Bulgar İmparatorluğu'nun tek varisleri sayılmaktadır. Bazı tarihçiler Moldova'ya bağlı özerk bir Türk Cumhuriyeti olan Gagavuzya'da yaşayan Ortodoks Gagavuzların da Bulgar kökeninden olabileceğini düşünmektedirler.
Birinci Bulgar İmparatorluğu, 9. yüzyılda Kağan Birinci Boris zamanında hristiyanlığı benimsemiş, bu zamandan sonra da Kağanlık ünvanını kaldırıp Knezlik ünvanını almıştır. Birinci Boris'in dönemi Birinci Bulgar İmparatorluğu'nun bir Türk devleti olma vasfını yavaş yavaş kaybetmeye başladığı zamandır. Bu dönemde çok yoğun bir Slav etkisi yaşanmıştır. Tengricilik lav edilerek toplu halde hristiyanlığa geçilmiş, devlet İstanbul Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlanmış, Slav dili resmi dil kabul edilerek Kril alfabesine geçilmiştir. Bulgarlar'ın Slav kültüründe eriyip öztürklüklerini yitirmeye başladığı bu geçiş dönemi günümüz slav Bulgaristan milletinin temelinin atıldığı dönemdir.
Türklerin kurduğu Bulgar İmparatorluğu'nun bir Türk devleti olma vasfını yitirmesine ve bugünkü modern Bulgaristan'ın bir Slav devleti olmasındaki en büyük neden; bir milleti millet yapan unsurların başında gelen dilin baskın kültür altında eriyerek asimile olması, yani 9. yüzyılda Türkçenin alt kolu olan Bulgarcanın yerine Slav dilinin ve harflerinin benimsenmesi olmuştur.
Her ne kadar bugünkü Bulgaristan bir Türk ülkesi olmasa da, Bulgar ülkesi anlamına gelen Bulgaristan kelimesi Türklere Bulgar atalarından kalan tek mirastır.
HİNDİSTAN BAĞIMSIZLIK HAREKETİ
Hindistan ve Güney Asya'da gerçekleşen siyasi organizasyon. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, Rammohan Roy Hindistan'a modern eğitimi tanıttı. Swami Vivekananda 19. yüzyılın sonlarında batı Hindistan'da zengin kültürünü gelişmesinde büyük rol oynadı. Mohandas K. Gandhi ve Subhas Chandra Bose da dahil olmak üzere 19. ve 20. yüzyılda ülkenin siyasi liderlerinin çoğu Swami Vivekananda öğretilerinden etkilenmiştir. İlk Bağımsızlık hareketleri Bengal'de başladı.Daha sonra Hindistan'da da etkinliğini sağladı.
Ülkenin siyasi liderleri Hindistan'ın bağımsızlığı ve kültürel özgürlüğü için başlatılan bu hareket halk arasında büyük yankı uyandırdı. Hindistan Ulusal Kongresi (INC) ülkenin bağımsızlığıyla ilgili bir bildiri sunuldu. 20. yüzyılın başlarında Lal, Bal, Pal ve Aurobindo Ghosh gibi liderlerin katılımıyla siyasi hareket radikal bir görünüme girdi. 1920'lerden itibaren, özgürlük mücadelesinin son dönemlerinde, Kongre şiddetsizlik ve sivil direniş konusunda Mohandas Karamçand Gandi politikasını benimsedi.
Muhammed Ali Cinnah Hindistan'daki azınlıkların anayasal hakları için bazı kampanyalar düzenledi. Subhash Chandra Bose gibi efsanevi figürleri daha sonra harekette militan bir yaklaşımı benimsedi. Swami Sahajanand Saraswati'nin düşüncesi benimseyen diğer liderler Hint köylü ve emekçi kitleler için siyasi ve ekonomik özgürlük istedi. Rabindranath Tagore siyasi bilincin gelişmesi için şiiri ve edebiyatı araç olarak kullandılar.
İkinci Dünya Savaşı dönemi sonunda İngiltere'nin Hindistan çıkışı hareketini ("Mahatma" Gandhi önderliğinde) ve Hindistan Ulusal Ordusu (INA)(Netaji Subhas Chandra Bose tarafından yönetilen) ve diğerleri tarafından düzenlenen kampanyalarla doruk noktasına ulaştı ve İngilizlerin çekilmesi hızlandı. Bu çalışmaların sonucu olarak 1947'de Hindistan Bağımsızlık Yasası ilân edildi. Hindistan Cumhuriyeti kurularak 26 Ocak 1950 yılında anayasa oluşturuldu. Pakistan'a 1956 yılına kadar hakimiyet sağladı. Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin toplumun çeşitli kesimlerini de kapsayan kitle tabanlı hareketti. Ayrıca sürekli ideolojik evrim süreci uygulandı.Hareketin yapısı temel ideolojisi anti-sömürgeci olmasına rağmen, laik, demokratik, cumhuriyetçi, özgürlükçü ve sivil-politik ile birleşen bağımsız kapitalist bir ekonomik gelişme vizyonu ile desteklenmiştir.Hareketin temel ideolojisi anti-sömürgeci olmasına rağmen, bağımsız kapitalist ekonomik kalkınma vizyonuyla laik, demokratik, cumhuriyetçi destekli bir siyasi yapıya büründü.
1918'DE ERZURUM'DA ERMENİLERİN , TÜRKLERİ İÇİNE DOLDURARAK YAKTIKLARI KONAK.

 2003 IRAK İŞGALİNİN ÇEVREYE ETKİSİ
  • Körfez savaşında Kuveyt’te yakılan petrol kuyuları 600 milyon ton petrolü tüketerek havada is, gazlar ve tehlikeli kimyasallardan oluşan bir battaniye meydana getirmiştir.
  • Çıkan duman güneşten gelen ışınları engellemiş; bölge ülkelerinde ısı yaklaşık 10°C düşmüştür.
  • Petrol dumanı içindeki CO² bölge ülkelerinde sera etkisi ve asit yağmurlarına neden olmuştur.
  • Bugün Bağdat’ta yaşayanların büyük bir çoğunluğu Dicle’nin kirli sularını içiyor. Kanalizasyon atıkları; arıtma tesisleri tahrip olduğu için kontrolsüz şekilde Dicle’ye akıyor.
  • Dicle nehrine akan kanalizasyon atıklarının içinde Amerikan Ordusunun atıkları da var. Bu atıklar son derece tehlikeli ağır metalleri de kapsıyor.
  • Dicle sularının içme suyu olarak kullanıldığı bölgelerde sinir sistemi hastalıkları, doğum anomalileri ve kanserlerin görülme sıklığı arttığı Irak’lı uzmanlar tarafından belirtiliyor.
 IRAK-İRAN SAVAŞI SONUÇLARI
  • İran-Irak Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda İran-Irak sınırı değişmedi. Savaşın etkileri yıllar boyunca hissedildi.
  • İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı.
  • Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı. Bu tavrı da Irak'ı uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürükledi ve desteksiz bıraktı.
 IRAK-İRAN SAVAŞI (1980-1988)
İran’ın ilk tepkisi, sadece ilerleyen Irak birliklerini değil, aynı zamanda Irak'ın Basra limanını da bombalamak oldu. Aynı günlerde Tahran ve Bağdat karşılıklı bombalandı. Eylül ayının sonunda Irak ordusu Abadan ve Hürremşehr kentlerini abluka altına almıştı, ama kış gelmeden bitirmek istediği savaşta istediği sonuca gidemiyordu. 1980 kışı boyunca yapılan barış girişimleri başarısız oldu ve 1981 Nisan ayından itibaren savaş yeniden alevlendi.
Tarih, yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen tarafın avantajlı olduğunu göstermiştir. İran bu uzun savaşta kendisini, stratejisini hızlı bir zafer üzerine kuran Irak’a göre daha rahat hissediyordu. Bunu bilen Irak, İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı.
İki ülkenin de ekonomik gücü büyük ölçüde, en büyük ihraç ürünleri olan petrole dayanıyordu. Irak, boru hatlarından petrol ihraç edebilirken İran, ihracatını büyük ölçüde Basra Körfezi’nden yapıyordu. Yani, Basra Körfezi'ndeki petrol ticaretinin kesintisiz sürmesi Irak’ın değil, İran’ın işine geliyordu. Bu sebeple Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak petrol tesislerine saldırıya başladı.
Körfez petrol ticaretinin zarar görmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa aktif olarak katılmasına sebep oldu. ABD ve müttefikleri (Avrupa ve Japonya) büyük ölçüde Körfez petrolüne muhtaçtı ve petrol yolunun saldırıya açık olması Batı dünyası için tehlikeliydi. Körfez petrol yolunu açık tutmak için Amerika Birleşik Devletleri bölgeye bir filo gönderdi ve ABD bayrağı çekmiş Kuveyt tankerlerini korumaya başladı.
Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında yapılan ateşkes ile sona erdi. Ancak Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak Şatt-ül-Arap suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgalinden sonra ABD ile savaşa tutuşma korkusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.

23 Eylül 2013 Pazartesi

"MİLLİ ŞEF"İSMET İNÖNÜ (CUMHURİYET VE BAŞBAKANLIK YILLARI)
29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanan süreçte, Mustafa Kemal'le yakın siyasal işbirliği içindeydi. 30 Ekim'de Cumhuriyet'in ilk hükümetini kurdu ve aynı zamanda Halk Fırkası (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi, veya CHP) genel başkan vekilliğini üstlendi.
İsmet Paşa'nın ilk başbakanlık döneminde Cumhuriyetin ilk devrimleri yapılmaya başlandı. Öğretimin birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması (3 Mart 1924) bu dönemde gerçekleşti. Muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Çankaya'ya olan aşırı muhalefetini hükümet üzerinden yürütmesi üzerine cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in isteğiyle 8 Kasım 1924'te başbakanlıktan istifa etti. 21 Kasım 1924'te yeni hükümeti Fethi Bey kurdu.
Doğudaki Şeyh Said İsyanı üzerine isyana müdahalede geç kalan Fethi Bey istifa etti. 3 Mart 1925'te İsmet Paşa cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılmasında hükümet başkanı olarak önemli rol oynadı. 6 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nu yürürlüğe sokarak İstiklal Mahkemeleri'nin tekrar kurulmasını gerçekleştirdi. Bu kanuna dayanarak tüm muhalefet partilerini ve muhalif gazeteleri kapattırdı. Bu arada askeri görevi de devam ederken 1926 yılında Orgeneral rütbesine terfi ettikten sonra askerlikten emekli oldu. Bu tarihten sonra, yeni devletin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi.
1934'te Soyadı Kanunu çıktığında Mustafa Kemal Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, 1924'ten 1937'ye değin başbakanlık görevini aralıksız sürdürdü. Bu dönemde ülkedeki bütün önemli siyasal gelişmelerde; devrimlerin duyurulmasında ve uygulanmasında, iktisat politikasında Devletçilik ilkesinin kabulünde ve uygulanmasında, yeni devletin kurulmasında çok önemli rolü oldu.
1936'da Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderilen CHP Genel Sekreteri (Katib-i Umumi) Recep Peker'in dönüşünde yazdığı TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören raporu onaylayıp imzalaması üzerine cumhurbaşkanı Atatürk "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!" dedi ve kararı reddetti.. Bu değerlendirmeye "Koskoca memleket rakı sofrasından mı idare edilecek?" diye yanıt verince aralarında gerginlik çıktı. Dersim İsyanı'nın bastırılması sırasında da düşünce ayrılıkları çıkınca Eylül 1937'de cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından başbakanlık ve CHP'nin genel başkan yardımcılığı görevlerinden alındı ve yerine Celâl Bayar atandı. Bu dönemde yalnızca TBMM'de Malatya milletvekili olarak görev yaptı.