Translate

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Tuğrul Bey

Oğuzlar'ın Kınık boyundan Selçuk Bey'in torunudur. Babası Mikail, gazâ akınında şehit düşünce, dedesi Selçuk Bey’in yanında büyüdü. Çocukluğu Cend şehrinde geçti. Gaznelilerin, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabguyu esir almasından sonra 1025 yılında Selçukluların başına geçti. Altun Can Hatun ile evlendi.
Selçuklulara yeni bir yurt arayan Tuğrul Bey komutasındaki Türkler Horasan'a göç ettiler. 1028-1029 yılları arasında kardeşi Çağrı Bey ile birlikte Merv ve Nişabur kentlerini ele geçirdi. Buhara ve Belh kentlerine seferler düzenledi. 1038 yılında Nişabur'da kendini sultan ilan etti. 1040 yılında Gaznelilerle yaptığı Dandanakan Savaşı'nı kazanarak Gazne Devleti'ne karşı Selçukluların üstünlüğünü sağladı. Kardeşi Çağrı Bey'i Horasan valisi tayin eden Tuğrul Bey İran'ın büyük bir bölümünü ele geçirdi ve Selçuklu topraklarını Anadolu'ya kadar uzandırdı.
1055 yılında Bağdad merkezli Abbası halifesi olan Kaim Bağdad'ı ellerinde bulunduran Şii mezhepli Büveyhoğulları'na olan bağımlılıktan kurtulmak için Bağdad'lı ünlü alım, fakih ve kadı Mâvardı'yı Tuğrul Bey'e gönderek Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'den yardım istedi. Bağdad'a asıl iktidar gücü olan halifelik muhafız güçleri komutanı olan Türk asıllı ama Şii mezhepli "Basâsırı" destek görmeyi önceden kabul etti. Ama sonra "Basâsırı" bu görüşünden ayrıldı ve Buveydiler ile aksi düştü. Halife Kaim de bu ayrılıktan istifade edip Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet attı.
Tuğrul Bey Abbası halifesini Şii'lerden kurtarmak için 1055'te Bağdat'a yaptığı seferde Büveyhoğulları ile savaştı ve onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Irak'da son Büveyhoğulları hükümdarı olan El-Meliku’r-Rahim'i esir alan Tuğrul Bey bu devlete son verdi. Tuğrul Bey Bağdad'a girip Abbası halifeliğinin koruyuculuğunu üzerine aldı.
Fakat tam bu sırada Selçuklu idaresinde bulunan ülkede Tuğrul Bey aleyhine üvey kardeşi İbrahim Yınal isyan etti ve büyük sayıda Türkmen de bu isyana katıldı. Tuğrul Bey isyancı üvey kardeşi İbrahim Yınal ve Buveyhoğulları orduları ile zor bir savaşa girmek zorunda kaldı. Aralık 1058'de 400 atlı süvari bedevi Banu Hilal aşiret birlikleri başlarında 1055'de Bağdad'dan sürülmüş Basasırı olarak Bağdad'ı işgal ettiler. Şehirde camilerde Kahire'de bulunan Şii Fatimiler halifesi Mûstensir adına hutbe okuttular.
1060 yılında Tugrul Bey Ibrahim Yinal isyanini bastirdi ve Fatimilerin eline geçmiş olan Bağdat'ı ele geçirdi. Abbasi halifesi Kaim'in tekrar Bağdat'a dönmesini sağlayan Tuğrul Bey, halifenin kızı Seyyide Fâtıma el-Betül ile evlendi. Halife Kaim, Tuğrul Bey'e Sultan, Ruknu ʾd-Devle (Dinin direği) ve Malikul-Meşrik ve Magrib (Doğu'nun ve Batı'nın Sultanı) unvanlarıni verip onu Sultan ilan etti..
İlk eşi tutulmuş olduğu hastalıktan 1060 yılında Cürcan'da vefat etmiştir. Eşini kaybetmekten derin üzüntü duymuş olan Tuğrul Bey, eşinin cesedini Büyük Selçuklu Devleti'nin başkenti Rey kentine getirtirmiş ve orada defnettirmiştir.
Tuğrul Bey 4 Eylül 1063 tarihinde 73 yaşındayken çocuksuz olarak İran'ın Rey kentinde vefat etmiş ve yerine yeğeni Alp Arslan geçmiştir.

Emetullah Rabia Gülnüş Valide Sultan

(1647-6 Kasım 1715) Osmanlı İmparatorluğunun Valide Sultan'ı, 2 ayrı padişahın annesi (II. Mustafa ve III. Ahmet) ve Sultan IV. Mehmet'ın eşiydi.
Emetullah Râbia Gülnuş 1647 yılında Girit adasında Venedikli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının adı Retimo Verzizzi ve doğduğu zamanki ismi Eugenia Voria idi. 1695 yılında oğlu II. Mustafa'nın tahta çıkması üzerine Valide Sultan oldu. Devlet işlerine karışmadı ama II. Mustafa'nın tahtan indirilip yerine diğer oğlu III. Ahmet'in geçirilmesinde onayı alındı. Toplam 20 yıl Valide Sultan kaldıktan sonra 1715 yılında oğlu III. Ahmet'in saltanatı sırasında (Lale Devri'nin başlamasından hemen önce) Edirne'de öldü. Vefatından önce, 1708'de yaptırdığı Üsküdar'daki Yeni Valide Camii'nin yanındaki üstü açık türbesine gömüldü.

Sultan II.Mahmud

 (20 Temmuz 1785 – 1 Temmuz 1839), 30. Osmanlı padişahı ve 109. İslam halifesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı hanedanının üçüncü ve son soy atasıdır. Son altı Osmanlı padişahından ikisi onun oğlu dördü ise torunudur. Tahtta kaldığı 31 yıllık süreç Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir. Balkanlarda imparatorluğun dağılma sürecini başlatan Sırp ve Yunan isyanları, Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının Navarin'de Osmanlı donanmasını imha etmesi, Rus ordularının doğuda Erzurum'a batıda da Edirne'ye kadar ilerlemeleri, Fransa'nın Cezayir'i işgal etmesi ve asi ilan ettiği Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordularının Suriye ve Anadolu'yu geçerek Kütahya'ya kadar gelmeleri ve gibi hadiseler ile karşı karşıya kalan Sultan II. Mahmud bir diğer taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı'na giden yolun hazırlayıcısı olmuştur. Hükümdarlığı dönemindeki icraatları nedeniyle, bazıları kendisini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen müceddid olarak kabul edip büyük sıfatıyla yad etmiş, muhalifleri ise gavur padişah olarak nitelendirmişlerdir.
Sultan II. Mahmud dönemi, Osmanlı tarihinde batılılaşma süreci içerisinde büyük öneme sahiptir. Sultan II. Mahmud, Osmanlı Devleti’ne yeniden bir düzen verilmesi amacıyla, bütün işlerinde batı teknik ve kültüründen faydalanma yolunu tuttu. Tarihlere Vaka-i Hayriye olarak geçen Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şekilde kaldırılması hadisesinden sonra kurduğu Avrupai tarzda eğitim gören Asakir-i Mansure-i Muhammediyye (Türkçe: Muhammed'in zafer kazanmış orduları) ordusu ile modern Türk ordusunun temellerini attı. Yayınladığı Kıyafet Nizamnamesi ile sarık, kavuk ve biniş giyilmesini yasaklayıp, ceket, pantolon ve fes giyilmesi kuralanı getirdi ve kendi de sakalını kısa keserek modern kıyafetler ile halkın içine çıktı. Portrelerini yaptırarak devlet dairelerine astırdı. Devlet ve saray teşkilatında geniş ölçüde değişiklik yaparak Divan-ı Hümayun ve Enderun’u lağvedip çeşitli bakanlıklar ve meclisler kurdu. Modern anlamda ilk nüfus sayımını gerçekleştirdi, ilk posta teşkilatını kurdurdu ve ilk resmi Türk gazetesi olan Takvim-i Vekayi (ilk Osmanlı Türk gazetesi) onun döneminde yayımlandı. Sultan II. Mahmud, yapmakta olduğu reformların kalıcılığını bunların manasını kavrayacak nesillerin yetiştirilmesi ile mümkün görüyordu. Bunun için de, eğitime çok önem verdi. İlköğretimi zorunlu hale getirerek bugünkü ilkokula denk rüşdiye okullarını kurdu. Avrupai tarzda eğitim vermek amacıyla İstanbul'da, Türkiye'nin ilk modern tıp okulu olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve modern anlamda ilk harp okulu olan Mekteb-i Harbiye'yi kurdu.

İngiliz Çivisi ve Mehmetçik Çarığı

Bu olay İngilizlerin savaş suçu işlediği milli mücadelemizde gerçekleşmiştir
İngilizler, Türk askerleri için Kurtuluş savaşında özel ürettikleri zehirli çivilerle savaş suçu işlemiş! Tarihin en korkunç yöntemlerinden biri olan bu çiviler, uçaklar vasıtasıyla cephelere dağıtılmış.
Çanakkale'de zaten ayağında doğru dürüst çarık dahi olmayan binlerce mehmetçik, yukarıdan atıldığı zaman mutlaka bir tarafı dik kalan bu zehirli çivilere basarak kangren olmuş.
Bu çiviler dört taraflı olup,her bir kancasında zehir bulunmaktadır.Ayrıca her ne şekilde atılırsa atılsın,bir kenarı mutlaka ayağa saplanacak şekilde üretilmiştir.
Bu zehirli çiviler yüzünden 12 bin askerin bacağı testereyle kesilmiş ve ateşle dağlanmış olmasına rağmen Mehmetçik savaşmaya devam etmiştir.

Türkiye Saat Sisteminde Değişiklik

Türkiye’deki saat sistemi 26 Aralık 1925’te “Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun”’un mecliste görüşülüp kabul edilmesi ile değişti. 697 sayılı kanun, 2 Ocak 1926’da Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun birinci maddesi “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dörde kadar sayılır” diyerek ülkede günün 24 saate bölündüğü saat sistemini yürürlüğe koyar. Kanunun 2. maddesi ile ulusal saat sistemi İzmit’ten geçen 30. meridyen esas alınarak oluşturuldu.
Daha önce ülkede güneşin battığı anı 12:00 kabul eden “alaturka saat” sistemi geçerli idi. Güneşin tepe noktasında battığı anı esas alan (grubi saat) ve tamamen battığı anı esas alan (ezani saat) saatler arasında farklılık söz konusu idi. Bir de güneşin en tepede bulunduğu anı 12:00 olarak kabul eden sistem (zevali saat) vardı. Ancak bu sistemlerin hiçbirisi ulusal birliği sağlamıyordu. Modern saat sistemine geçilmesi 1909 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda tartışılmış; kabul görmemişti.
Yeni saat sisteminin kabülünden sonra halk alafranga saat kullanma alışkanlığı edininceye kadar güçlük yaşandı. Valiliklerin muvakkithanelerdeki ezani saatleri kaldırması ve resmi dairelerde de yeni sistemin esas alınması ile uyum sıkıntıları azaltıldı.

Fatma Refet Angın

(d. 18 Mart 1915 - Gelibolu, Çanakkale - ö. 30 Ocak 2010 İstanbul) Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk kadın öğretmenlerinden.
Gelibolu'da Emmiyet Amiri Hafız Şerif Bey'le Halime Hanım'ın üç çocuğundan en büyüğü olarak 1915'de dünyaya geldi. Babası bir Kuva-yi Milliye üyesidir. Mustafa Kemal'in arkasından Anadolu'ya gidip orta cephede üç yıl savaşmıştır. İlk okul denemesini mahalle mektebinde yaşayan Angın, bu sistemdeki eğitime ancak iki gün dayanabilmiştir. Okuma yazmayı annesinden öğrenen Refet Angın, Cumhuriyetin ilanı ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'ndan sonra Gelibolu'da açılan iki okuldan biri olan Cumhuriyet Okulu sınavını kazanarak okula üçüncü sınıftan başlamış, henüz küçük bir çocukken öğretmen olmaya da karar vermişti.
Mustafa Kemal Atatürk ile yolları birçok kez kesişen Refet Angın, birinci karşılaşması olan ilk okul yıllarında Atatürk'ün "Büyüyünce ne olacaksın çocuk?" sözüne, "Öğretmen" diye cevap verir. İkinci karşılaşmalarında ise Öğretmen Okulu öğrencisidir ve Atatürk'e "Bakın sözümü tuttum Paşam. Öğretmen olacağım işte" dediğinde, Atatürk onun Gelibolu'daki küçük kız olduğunu derhal hatırlar ve bunu belirterek, ne öğretmeni olmak istediğini sorar. 'Matematik' cevabını alınca "Hayır tarih öğretmeni olacaksın. Çünkü nesillere tarihlerini öğretmek en önemli vazifedir" sözü üzerine Refet Angın, tarih öğretmeni olmaya karar verir.
1955 - 1975 yılları arasında Ankara'da görev yapan Angın, Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi Müdüreliğini de yürütür. Daha sonraki meslek hayatını İstanbul'da sürdüren Angın, Atatürk'ün 100'üncü yaş kutlamalarında görevlendirilir. İlk Öğretmenler Gününde ise yılın öğretmeni seçilir. Tarih öğretmenliğinden 1982'de emekli olan Refet Angın, Yıldız Teknik Üniversitesi senatosunun 29 Haziran 2006 tarihinde aldığı kararla onursal doktora ünvanını, yapılan bir törenle almıştır. Milli Eğitim Bakanlığı'nda Bakanlık Danışmanı olarak görev almıştır. Ayrıca İstanbul Kağıthane'de adına kurulmuş bir ilkokul vardır. Hürriyet Mahallesi içindedir. Okul 2 binalıdır.Ayrıca Hayat Bilgisi dizisinin bir bölümünde - dizide - Afet Güçverir'in öğretmeni olarak karşımıza çıkmıştır.
Cumhuriyetin ilk kadın öğretmenlerinden Fatma Refet Angın tedavi gördüğü İstanbul Bahçelievler Özel Hizmet Hastanesi'nde 30 Ocak 2010 Çarşamba günü 95 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur. Ortaköy mezarlığına gömülmüştür.

Zeplin

Zeplin, bir tür hava gemisi olup, ulaşım aracı olarak kullanılan itme kuvvetiyle yol almalarını sağlayan motorları ve havada yönlenmesini sağlayan dümenleri olan puro biçiminde ve altında yolcu kabini bulunan güdümlü balonların genel adıdır. Omurgalı güdümlü balonların en başarılı yapımcısı olan Kont Ferdinand von Zeppelin adlı Alman güdümlü balonların isim babasıdır. İlk zamanlar hidrojen ile dolu olmasına karşın 1937'de Hindenburg faciası üzerine içine hidrojen yerine helyum kullanılmaya başlanmıştır.
Başarılı olmuş ilk uçuş Fransız mühendis Henri Giffard tarafından 24 Kasım 1852 yılında gerçekleştirilmiştir. Giffard 160 kg ağırlığındaki ve 3 BG’ndeki buhar makinasını 43 metre uzunluğunda ve 12 metre çapındaki, hidrojenle dolu bir torbanın altına takarak Paris’ten havalanıp 30 km uzaklıktaki Trappes’e uçarak gerçekleştirilmiştir.
İlk zeplin 128 metre uzunluğunda ve 11 metre çapındaydı. Alüminyumdan

oluşan iskeleti, pamuklu bir bezle kaplıydı. İskeletin içinde hidrojen taşıyan gaz baloncukları vardı. 2 Temmuz 1900’de havalandırılan zeplin, 400 metre yükseklikten uçarak 6 kilometrelik bir yolu 17 dakika 30 saniyede aldı.
Bu ilk zeplinin başarısı üzerine yenileri de üretildi. Özellikle Alman Savaş Bakanlığı zeplin üretimini destekledi. I. Dünya Savaşı sırasında Paris ve Londra zeplinlerle bombalandı.
Atlas aşırı uçuşlara başlayan zeplinler, 52.000 kişiyi Atlas Okyanusu'nun iki kıyısı arasında taşıdıktan sonra, yeni yolcu uçaklarının geliştirilmesi ve büyük kazalar nedeniyle 1950’lere gelmeden üretimden kaldırıldı. Günümüzde sadece ABD’de reklam amaçlı olarak kısıtlı sayıda üretilmektedirler.

Satraplık

İran medeniyetinde ülke topraklarının ayrıldığı idari birimlere (eyaletlere) verilen ad veya Persler'in valilik atamaları olarak da adlandırabileceğimiz sistemdir. Pers imparatorluğu mutlakiyetle yönetilmiştir. Pers hükümdarının yetkileri sınırsız olup istekleri kanun niteliği taşımıştır. Ülke satraplık adı verilen eyaletlere bölünmüştür. Satraplıklar satrap adı verilen ve Pers soyluları arasından seçilen kişiler tarafından yönetilmiştir. I. Darius tarafından geliştirilmiş sistem M.Ö. 340 yıllarında kullanılmaktaydı. Persler Ege Denizi’nden Hindistan’a kadar olan topraklarını yönetebilmek için bu satraplıkları kurdular. İskender'in işgalinden sonra ise bu sistem ortadan kalktı.
Satraplarda Pers soyluları satrap olarak görev yapmıştır. Satraplar her yıl kralın görevlendirdiği kişiler tarafından teftiş edilmiştir. Yönetimde yetersiz görülen satraplar görevden alınmış ya da cezalandırılmışlardır. Sayıları yirminin üzerindedir. Satraplıkların her birinde bir Pers garnizonu bulunuyordu. Bu garnizonlar, bulunduğu kavmin ya da ülkenin inançlarını, geleneklerini, hükümetlerini devam ettirmelerine izin vermişlerdir. Bu sistemin en güzel örneği Kral II. Kiros’un Babil Esareti'ndeki Yahudilerin ülkelerine dönüp krallıklarını yeniden kurmalarına ve inançlarını özgür şekilde yaşamalarına izin vermesidir. Garnizonların asıl görevi, barışı korumak, emniyeti ve adaleti sağlamak, vergileri toplamak ve gerektiğinde asker, savaş araç ve gereçleri ya da erzak sağlanmasıyla ilgilenmekti. Kral satrapın satraplığı (vilayeti) iyi yönetemediğini düşünüyorsa cezalandırır veya ölüm cezası verirdi. Satraplar da gerektiğinde hükümete müdahale edebilirdi.
II. Kiros (II. Keyhüsrev) satraplıklar arasında iletişimi sağlamak için posta sistemi kurmuştur. Buna göre belli aralıklarla posta istasyonları kurulmuş ve bu noktalarda atlar hazır bekletilerek mesaj taşıyan ulakların hızlı hareket etmeleri sağlanmıştı.

I.Darius

Büyük Darius  İran'ı yönetmiş olan imparator. , Latince ve Romalı tarihçilerin notlarında ise Darius biçiminde geçer. Ayrıca Darius yaptığı fetihler ile Persler için çok önemli sayılır.
II. Kambises'in dengesiz yönetimi sonucu İran'da taht Smerdis'in eline geçmişti. Ülke iç savaşın eşiğine geldiği sırada Kambises intihar etti.
Ancak sarayda Smerdis'in bir sahtekar olduğu fikri yayılıyordu. Bazılarına göre tahtta oturan kişi Büyük Kiros'un oğlu Smerdis değil, Gaumata adında bir Mecusi büyücüydü. Ölümsüzler'in komutanı olan General Darius bu söylentileri yayarak Smerdis'e karşı isyan bayrağı açtı. Soylularla birleşerek Smerdis'i devirdi ve şah oldu.
Kiros Asya'da gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş ve orada ölmüştü. Kambises de Afrika'da en uç noktaya erişmiş ve ölmüştü. Darius imparatorluğu Avrupa yönünde genişletmeye karar verdi.
Batı Anadolu'da İyonların isyanı, Perslerin dikkatini bu yöne çekti. İsyanı Yunan kentlerinin desteklediği anlaşılınca Darius Ege'nin karşı yakasına sefer kararı aldı. Ancak Yunanistan beklenenden daha zorlu bir düşman çıktı, savaşçı kentlerin direnişi ve coğrafi engeller yüzünden yıpranan Pers ordusu Marathon'da bozguna uğradı.
Trakya ve Makedonya'yı istila eden Darius, kuzey bozkırlarındaki İskit savaşçılarının üzerine yürüdüyse de önemli bir sonuç elde edemedi.
Darius döneminde imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı. Büyük Kiros'un yapımını başlattığı ticaret yolları tamamlanarak ulaşım kolaylaştırıldı. Sınırlar içindeki barış ve istikrar sayesinde ekonomik faaliyetler gelişti ve Akdeniz'in batısına dek uzanan ticaret hatları kuruldu.
Darius'un hükmü altına giren farklı milletler arasında kısmen huzur temin edilmişti. Yahudilere dini serbestlik tanındı. Mısır'da bir tapınak inşa edildi. Yunan kahinlerine önem verildi.
Darius dönemindeki en büyük bayındırlık faaliyeti ise Persepolis
adlı yeni başkentin inşa edilmesi oldu.

Büyük İskender ( Hindistanın Fethi )

Ele geçirdiği ülke halklarından yeni askerler toplayarak engebeli arazide savaşma yeteneğine sahip yeni bir ordu oluşturan İskender, MÖ 327 yazında Hindistan üzerine yürümek amacıyla Baktriane'den ayrıldı. Daha hafif silahlar kullanan piyade birliklerinin yanı sıra ok ve mızrak kullanan süvari birliklerinin yer aldığı bu ordunun asıl savaşçı gücü 35 bin askerden oluşuyordu. Plutarkhos'un bu ordu için verdiği 120 bin rakamının, yedek kuvvetleri, katır ve deve sürücülerini, sağlık görevlilerini, seyyar satıcıları, askerleri eğlendirmekle görevli gösteri gruplarını, kadın ve çocukları da kapsadığı sanılmaktadır. Hindukuş Dağlarını ikinci kez geçen İskender, MÖ 326 baharında İndus Irmağı yakınındaki Taksila'ya (bugün Takshaşila) girdi. Hydaspes (bugün Cihelum) ile Akesines (bugün Çenab) ırmakları arasındaki bölgenin hükümdarı Poros'u, Hidaspes Çarpışması'nda yenilgiye uğrattı. Esir olarak ele geçirilen poros'a Nasıl bir muamele görmek istiyorsun diye sorduğunda Poros Krallara yakışır bir muamele cevabını verdi. Daha sonra Porosu affetti ve dost oldular. Başarısını kutlamak üzere Aleksandreia Nikaia kentini, ayrıca burada ölen atı Boukefalos'un adını verdiği Bukefala (Boukephalia) kentini kurdu. Asya'nın doğusuna doğru yoluna devam etmek için Hifasis (Beas) Irmağına kadar gitmesine karşın, ordusunun ayaklanmak üzere olduğunu görerek geri dönmeye karar verdi.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Rif Savaşı

İspanya Fez Antlaşması (30 Mart 1912) ve İspanyol-Fransız Antlaşması'yla (27 Kasım 1912) Fas'ın Melilla ve Septe kentleri çevresindeki dağlık bölgeleri elde etmişti. Elde ettiği İspanya-Fas Protektora'sında hakimiyetini pekiştirmek ve himaye ettiği bölgeyi büyütmek istedi. Alhucemas Körfezi'yle birbirinden ayrılan iki bölgenin ulaşım bağlantısı zayıftı. İspanyol vali General Dámaso Berenguer 1920'de doğudaki Cibela topraklarını ele geçirmeye çalışırken, Manuel Fernández Silvestre'ye, batıdaki Rif kabilesine ve bu kabilenin önderi Abdülkerim Hattabi'ye saldırma emrini verdi. Aralıklarla beş yıl süren çarpışmalarda İspanyollar ağır kayıplar verdi. 22 Temmuz 1921 ile 9 Ağustos 1921 arası Annual'da 25.700 kişilik İspanyol ordusu ile 4.000 kadar Rif gerillası çarpıştı.Annual muharebesi sonunda İspanyol zayiatı 13.000 üzerindeydi (bunun 8.000'i ölü) başka kaynaklara göre 20.000 zayiat vardı İspanyol tarafında. Ayrıca 20.000 tüfek, 400 makineli tüfek ve 129 savaş topu Rif gerillalarının eline geçti.Rif gerillalaAnnual felâketi olarak anılır. Annual muharebesinde Avrupalı sömürgeci bir devletin yenilgiye uğraması Afrika'daki diğer milletlere Avrupalı bir devletin yenilmez olmadığını gösterdi. Abdülkerim'in kuvvetleri, İspanyol ordusunu ağır bir bozguna uğratarak Melilla'ya çekilmek zorunda bıraktı. İspanyolların Melilla'da 14.000 askeri bulunuyordu.Bundan sonra Rif kuvvetleri doğuya yönelerek 130 üzerinde askeri karakol ele geçirdi ve İspanyolların savaşın başından beri ele geçirdikleri toprakları geri aldı.Abdülkerim İspanyol ordusunun en büyük üssü ve ayrıca Rif bölgesinde son kalesi olan Melilla'ya saldırmamaya karar verdi. Bunun nedeni Melilla'da diğer Avrupalı devletlerin vatandaşları bulunuyordu ve Abdülkerim onlara zarar gelirse diğer Avrupalı devletlerin kendi vatandaşlarını koruma amacıyla savaşa müdahil olmasından endişe ediyordu. Abdülkerim'in bu kararı savaşın Rif kuvvetlerinin aleyhine dönmesine neden oldu ve İspanyollar Rif bölgesine daha çok asker çıkarmaya devam ettiler. İleride Abdülkerim Melilla'ya saldırmamanın onun en büyük hatası olduğunu itiraf edecekti.Abdülkerim karşısında oluşan sayısal ve teknolojik üstünlük giderek arttı. 1925'te İspanya'nın yanında savaşa 300.000 üzerinde askerle katılan Fransa'nın güneyden saldırıya geçmesi ve Alhucemas Körfezi'ne çıkan İspanyol kuvvetlerin kuzeyden yeni bir harekata başlaması karşısında, Abdülkerim teslim olmak zorunda kaldı.
rı tarafında ise bu muharebede 1,000 kadar ölü vardı. Annual muharebesi İspanya'da

Böylece 1926'da iki kent arasındaki bölge İspanyol denetimine girdi. Rif Savaşı'nda dikkat çeken İspanyol generallerinden biri de Francisco Franco idi. Savaşın İspanya'daki popüler olmaması ve savaşın ilk safhalarında İspanyol ordusunun Rif kuvvetlerine karşı aldığı aşağılayıcı mağlubiyetler, İspanya'daki hükümetin istikrarsızlaşmasına ve 1923'deki darbeye katkıda buldu.

Çar II.Nicolay'ın Ölümü

İktisadi güçlükler, 1916-17 kışında iaşe bunalımına yol açtı ve Çar karşıtı muhalafetin Duma'yı aşarak halk ayaklanmasına dönüşmesine neden oldu. Bu durumda, sosyalist devrimciler ve sosyal demokratlar tarafınadan örgütlenen Petrograd halkı ayaklandı. Nikolay, 8 Mart 1917'de Petrograd'da (St. Petersburg) başlayan ayaklanmanın ardından kentin komutanına sert önlemler almasını emrederek düzeni sağlamak üzere destek birlikleri gönderdi. Ancak, olayların önünün alınamaması sonucunda Nikolay, ordunun da desteğini alan Duma'nın çağrısına uyarak 15 Mart 1917'de Pskov'da kardeşi Mihail lehine tahttan çekildi. Ancak Mihail'in tacı reddetmesiyle Romanovların saltanatı ile birlikte Rusya'da bin yıllık monarşi yönetimi son buldu.
Georgi Lvov başkanlığındaki geçici hükümet döneminde Çarskoye Selo'da gözaltında tutuldu. Ailesiyle birlikte İngiltere'ye gönderilmesi planlansa da Petrograd İşçi ve Asker Delegeleri Sovyeti'nin buna karşı çıkması nedeniyle çar ve ailesi önce Batı Sibirya'daki Tobolsk'a, Bolşevik İhtilali'nden sonra da Nisan 1918'de de Urallar'daki Yekaterinburg'a götürüldü.
Bolşeviklere karşı savaşan Beyaz Ordu kuvvetlerine bağlı Çek Lejyonunun bölgeye yaklaşması ve çarı kurtarmaları olasılığı üzerine, yerel yetkililerin kararıyla, 16-17 Temmuz gecesi Çar II. Nikolay, Çariçe Aleksandra, kızları Olga, Tatyana, Anastasia, Maria, oğulları Aleksey, aile doktoru Yevgeniy Botkin, halayık Aloiziy Trupp, Çariçe'nin hizmetkarı Anna Demidova ve aşçı İvan Haritonov hapsedildikleri evin bodrumunda kurşuna dizilerek öldürüldüler. Cesetlerin yakıldığı izlenimi verilmesi için giysileri terk edilmiş bir maden ocağında yakıldıktan sonra cesetleri ormanlık araziye gömüldü.
II. Nikolay ve aile üyelerinin naaşları, o dönemde bölgedeki Bolşeviklerin lideri olan Yakov Yurovski'nin kayıtlarından yola çıkılarak, amatör arkeolog Aleksandır Avdonin tarafından 1979'da ortaya çıkarıldı. Ancak bu keşif Sovyet rejimi tarafından 10 yıl kamuoyundan gizlendi. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden (1991) sonra kemiklerin gerçekten Çar'a ve ailesie ait olup olmadığının belirlenmesi için kimlik testi uygulandı.
17 Temmuz 1998'de yapılan devlet töreniyle ailesiyle birlikte St. Petersburg'da St. Peter ve Paul Katedrali'nde defnedildi. Çar ailesi, 2000 yılında Rus Ortodoks Kilisesi tarafından Aziz ilan edildi. 2008 yılında, Rusya Yüksek Mahkemesi Çar ailesinin öldürülmesinin haksız siyasi baskılar sonucu olduğuna, dolaysıyla siyasi cinayete kurban gittiklerine karar verdi ve itibarlarının iade edilmesini kararlaştırdı.

Agincourt Muharebesi

 25 Ekim 1415'de (Aziz Crispin gününde), kuzey Fransa'da Yüz Yıl Savaşları'nın bir parçası olarak gerçekleşti.
İngiltere Kralı V. Henry ve Fransa Kralı VI. Charles arasındaki savaşa, VI. Charles katılmadı. Onun yerine ordularını valisi Charles d'Albret ve Armagnac partisi üyesi, oldukça önemli bir grup Fransız soylusu yönetti. Savaş ünlü İngiliz menzil yayının başarılı kullanımıyla tarihe geçti. Zaten İngiliz ordusunun çoğunluğu bu yaylardan oluşuyordu. Savaş ayrıca William Shakespeare'in V. Henry oyununda kurgulanarak ölümsüzleştirildi.V. Henry, 1415 yılında Harfleur'u aldı ve yaklaşık 9.000 askerle beraber Calais'e ilerledi. Ancak söz konusu ordu, 25 Ekim 1415 tarihinde Agincourt'ta 30.000'den fazla Fransız askeri tarafından durduruldu. Fransızlar yağmur nedeniyle bataklığa dönüşmüş araziyle karşılaştılar. Henry bu askerlerin hücüma geçmesini ve çamurda başarısız olmasını bekledi. İngiliz okçuları, iki Fransız hücumunu püskürttüler. Henry'nin askerleri daha sonra arkadan saldırdılar. Fransız ordusu dağıldı. Tahminen 5.000 Fransız askerinin öldüğü bu kanlı savaş Troyes antlaşmasına neden oldu.

16 Temmuz 2013 Salı

Büyük Londra Yangını

Büyük Londra Yangını, 2 Eylül 1666 Pazar günü Londra'nın orta kesimlerinde başlayarak 5 Eylül Çarşamba gününe kadar kenti etkisi altına alan, kentin tarihindeki en büyük yangın felaketidir.
Yangın, Romalılar döneminden kalma kent duvarlarının içinde kalan Orta Çağ Londrası'nı tahrip etmiştir. Soyluların yaşadığı bölge olan Westminster'ı, dönemin kralı II. Charles'ın bulunduğu Whitehall Sarayı'nı ve gecekondu mahallelerini tehdit etmişse de yangın bu bölgelerde yıkıma neden olmamıştır.
Yangın 13.200 evi, 87 mahalle kilisesini, St Paul Katedrali'ni ve birçok resmî kurumun binasını kül etmiştir. Kentin 80.000 sakininin yaklaşık olarak 70.000'inin bu yangında evlerini kaybettiği sanılmaktadır.Yangında yaşamını yitirenlerin sayısına ilişkin kesin bir bilgi olmamakla birlikte ölenlerin sadece birkaçı kayda geçirilmiştir. Orta sınıfa mensup kişiler ile yoksulların ölümleri hiçbir zaman kaydedilmediği ve ateşin sıcaklığının insan vücudundan kalıntı bırakmayacak derecede yüksek olduğu göz önüne alındığından, son dönemlerde ölü sayısının oldukça az olduğunun doğruluğu hakkında görüş ayrılıkları vardır.
Yangın, 2 Eylül günü gece yarısından hemen sonra, Thomas Farriner adlı bir kişinin işlettiği, Pudding Sokağı'nda bulunan bir ekmek fırınında başladı ve hızla çevreye yayıldı. Dönemin başlıca yangın söndürme yöntemlerinin kullanılması ve belirli bölgelere set çekilme işlemi, dönemin Londra Belediye Başkanı Thomas Bloodworth'un kararsızlığı nedeni ile büyük ölçüde gecikti. Pazar gününün gecesi harekete geçilmeye karar verildiğinde rüzgârın etkisiyle fırının olduğu bölgedeki ateşler fırtına ile birlikte hızla yayılmaya başlamıştı. Yangın pazartesi sabahı yönünü kuzeye, kentin kalbinin attığı noktaya çevirdi. Kentin sokaklarındaki asayiş ve durgunluk şüpheli yabancıların yangını kasten başlattıkları söylentisinden dolayı bozuldu. Eş zamanlı olarak sürmekte olan II. İngiltere-Hollanda Savaşı'nın etkisiyle kentte meydana çıkacak evsizler korkusu Fransızlar ve Hollandalılar üzerinde yoğunlaştı ve bu dönemde bu azınlık gruplar sokak saldırılarına uğradı. Salı günü yangın kentin hemen her yanına yayıldı. Ateşler St Paul Katedrali'ni kül ederek II. Charles'ın bulunduğu Whitehall Sarayı'na dayandı. Kapsamlı bir işbirliği ile yangının saraya sıçraması önlendi. Yangına karşı verilen mücadelenin kazanılmasında en önemli iki etkenin doğudan esen rüzgârların dinmesi ve Londra Kulesi Garnizonu'nun ateşi durdurmak için barut kullanarak aldığı önlemler olduğu düşünülmektedir.
Felaketin Londra'ya ve Londra halkına etkileri oldukça ağır olmuştur. Felaketten zarar görmüş olan kişilerin Londra'dan tahliye edilmesi ve bir başka yere yerleştirilmesi, evsiz kalanların çıkaracağı ayaklanmadan korkan Kral II. Charles tarafından kuvvetle desteklenmiştir. Yangından sonra köklü değişiklikler içeren birçok önergeye karşın Londra, afetten önceki biçimine uygun olarak, aynı cadde ve sokak planlarıyla yeniden imar edilmiştir.

Kral II.Charles

II. Charles (26 Mayıs 1630 - 6 Şubat 1685), İngiltere, İskoçya ve İrlanda kralı I. Charles ve Fransa kralı IV. Henri ile Marie de Médicis'in kızı Henrietta Maria'nın ikinci oğludur.
Londra'da Saint James Sarayı'nda doğdu. Eğitimi, 1642'de İngiliz İç Savaşı başlayınca yarıda kaldı. İç Savaş sırasında İngiltere'nin batısında savaştı,ama Kralcıların uğradığı bozgun üzerine Fransa'ya annesinin yanına kaçtı. Bu sırada annesinin ve kız kardeşinin bütün ısrarlarına karşın Katolik olmayı reddederek Protestan mezhebine bağlı kaldı.
I. Charles'ın 1649'da idam edilmesinden sonra Oliver Cromwell'e karşı çıkan İskoçlar, Charles'ı yeni kral ilan ettiler;İskoçya'ya giden Charles, karşılığında İskoçların mezhebi Presbiteryen'i korumaya söz verdi. Ancak İskoç ordusu Eylül 1650'de Dunbar'da Cromwell'e yenildi. Ardından 1651'de Worcester'da kesin yenilgiye uğrayan Charles yeniden Fransa'ya kaçtı.
Zor koşullar altında Fransa'da yaşayan Charles'ın durumu, Cromwell öldükten sonra da değişmedi. Ancak Cromwell'in ardıllarının ülkeyi parçalayacağını düşünen İngiliz general George Monck,ordusuyla yönetimi devirdi ve Charles'ı tahta çıkardı (1660).
Charles 1661'de Kralcıların ağırlıkta olduğu bir Parlamento topladı.1679'a değin var olan bu Parlamento, birçok baskıcı yasa çıkardı. Ordunun denetimini krala veren,muhalif yöneticilerin başında bulunduğu ilçeleri feshetme hakkı tanınan yasalar çıkarıldı; basına sansür uygulandı, eğitim denetim altına alındı.Yine de kralın Katoliklere hoşgörü gösterilmesi yönündeki çabaları başarısızlığa uğradı ve kralın bu politikası Avam Kamarası'nca engellendi.Mali yönden de serbest davranamayan kral,parasızlık sorununun üzerinden gelemedi. II. İngiltere-Hollanda Savaşı'nın (1665-1667) başarısızlıkla sonuçlanması, saygınlığını zedeledi. Ayrıca bu dönemde Londra'da büyük bir veba salgını (1665-1666) ve Büyük Londra Yangını (2 Eylül 1666) meydana geldi. Kral,Büyük Londra Yangınında Londra'yı kurtarmak için büyük çaba gösterdi.
Charles, kayınbiraderi Orléans dükü Philippe'in ağabeyi Fransa kralı XIV. Louis ile gizli bir anlaşma imzaladı (1670). Hollanda'ya karşı Fransa'nın İngiltere'yi destekleyeceğini öngören anlaşmaya göre Charles Katolik olacaktı. Ancak gizli maddenin koyu Protestan olan İngiliz halkına duyurulacağı korkusuyla Charles Fransa'ya bağlı duruma geldi ve bu yüzden halkın güvenini iyice yitirdi.
1678
'de Titus Oates adlı eski bir Anglikan rahip, Katoliklerin kralı öldürerek yerine Katolik kardeşi II. James (İngiltere)'i getireceğini iddia etmesi üzerine Parlamento ikiye bölündü. James'ın tahta çıkmasını istemeyenler Tory(Muhafazakâr Parti (Birleşik Krallık), isteyenler ise Whig(İşçi Partisi (Birleşik Krallık)) olarak ikiye ayrıldılar. Torylerin baskıları üzerine Charles, kardeşini İngiltere'den uzaklaştırmak zorunda kaldı.Sonunda Parlamentoyu dağıtan (1681) kral, Fransa'yla anlaşarak yüklü mali destek sağladı.
II.Charles 1679 yazında ağır olarak hastalandı ve hastalığının ağırlaşması üzerine 6 Şubat 1685'te 54 yaşında öldü. Öldüğünde meşru çocuğu olmadığı için yerine kardeşi James geçti.
Charles öldüğünde,ardında 14 tane gayrımeşru çocuk bırakmıştı. Oğullarından en büyüğü olan Monmouth Dükü James,daha babasının sağlığında Toryler tarafından ardıl olarak gösterilmişti. Charles ölünce yerine geçen II. James,Monmouth Dükünü isyan ettiği için idam ettirdi.
Sanatsever bir kral olan II.Charles döneminde Royal Society kurulmuş,İngiltere'de bilim ve sanatta büyük gelişmeler olmuştu. Charles ayrıca deniz taşımacılığı ve gemi tasarımını da geliştirdi.

Kubbealtı Nedir ?

Kubbealtı; Osmanlı Devleti'nde Sadrazam ve diğer devlet görevlileri tarafından kullanılan toplanılıp, devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı, Divan-ı Hümayun'a Topkapı Sarayında ayrılmış bir bölümdür.
Burada Osmanlı devlet
erkânı toplanır, çoğu zaman sadrazam başkanlığında devlet meseleleri görüşülür, önemli ve taşrada halledilmemiş davalar ve elçi kabulleri yapılırdı. Divana padişah bizzat katılmaz, toplantıyı vezir-i azamın oturduğu yerin hemen üstünde bulunan ve iç tarafı Divan’dan bakıldığında görülmeyen bir kafesten takip ederdi. Divan’ın hemen yanında saray hazinesi yer alır. Aynı zamanda halkın önemli davalarına burada bakıldı.Kubbelerden oluştuğu için alt odalarına kubbealtı dendi. Hatta burada görevli vezirlere kubbealtı veziri dendi. Devlet işlerinin Bâbıâli'de görüşülmeye başlanması sonucu kubbealtı zamanla unutuldu.

Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa

Tarihe Çandarlılar ailesi olarak geçmiş olan ailenin üst düzey bir mevkiye gelmiş ilk ferdidir. Çandarlı ailesinden ilk tanınan şahsiyet, ilmiye sınıfından yetişmiş olan kadılığı ve kazaskerliği zamanında Çandarlı Kara Halil Efendi, vezirliği döneminde de Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa ismiyle anılan devlet adamıdır.
Oğlu Çandarlı Ali Paşa'nin vezirlik/başvezirlik zamanına kadar Osmanlı Devleti'nde tek bir vezir bulunmakla beraber; Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa tüm Osmanlı
devletinin yaklaşık 600 yillik tarihinde en uzun süre vezirlik/başvezirlik yapan kişi olmuştur.
Babasının adının Ali olduğunu tesislerinin kitabelerinde görmekteyiz. Kara Halil Efendi 14. yüzyılda Anadolu'da yer yer geniş teşkilata sahip olan Ahilerden olup, aynı zamanda da, Osman Gazi'nin kayınpederi olan, Ahi reislerinden Şeyh Edebali'nin akrabasıydı. Medrese tahsili görmüş olan Kara Halil, büyük bir olasılıkla Orhan Gazi zamanında Bilecik kadısı olmuş; daha sonra İznik 'te kadılık etmiş ve oradan da Osmanlı beyliğinin merkezi Bursa'nın kadılığına atanmıştır.
Osmanlı vekayii kısmında görüldüğü üzere Kara Halil Efendi bu hizmette bulunduğu sırada beyliğin ilk askeri teşkilatı olan yaya ve müsellim teşkilatını kurmuş ve bu suretle aşiret kuvvetlerinden muntazam askeri teşkilata doğru bir adım atılmıştır. Bu yeni asker ilk Osmanlı fetihlerinde önemli bir etken olmuştur.
I. Murad'ın [1362]'de padişah olması üzerine Kara Halil Efendi, Osmanlılarda ilk defa oluşturulan kazaskerlik makamına getirilmiş ve bu ilmiye mesleği en yüksek kadılık sayılmıştır. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın tavsiyesiyle savaşta esir düşen genç hıristiyanların Türk köylüsünün yanına verilmek suretiyle İslam terbiyesi üzere yetiştirilip, Türkçeyi de öğrendikten sonra acemi ocağına verilmesi ve oradan da yeniçeri olmaları usulü kabul edilmiş ve bu suretle ilk düzenli Osmanlı yaya ocağı kurularak bu ocağa Yeniçeri Ocağı denilmiştir. Böylece Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa Yeniçeri Ocağı'nın ve devşirme sisteminin kurucusu olmuştur.
Aynı dönemde alim Karamanlı Kara Rüstem'in ikazı ve Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın padişaha arz etmesi üzerine maliye teşkilatı kurulmuş, ve yeni kurulan Yeniçeri Ocağına harpte esir edilerek olanlardan beşte birinin devlet hesabına alınması ve esire ihtiyaç olmadığı zamanlarda ise beşte bir esir akçesi alınması kanun olmuştur.
Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa 1372'de Sinanüddin Fakih Yusuf Paşa'dan sonra vezir olmuştur. İlk Osmanlı vezirleri askeri işlerle pek meşgul olmamışlardı. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın Selanik'in alınmasında, Makedonya ve Arnavutluk prenslerinin aralarındaki ilişkilerde oynadığı belirleyici rol, kendisinden sonra gelen Osmanlı başvezirlerinin hem idari ve hem askeri işlerle sorumlu olmaları sonucunu doğurmuştur.
Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nın 1387'de Vardar Yenicesi ordugahında hastalanarak Serez'e getirilip orada ölmesiyle, Karamanoğulları üzerine sefer hazırlığı içindeki Osmanlı Devleti'nin vezirliğine oğlu Çandarlı Ali Paşa getirilmiştir.

I.Kosova Savaşı

I. Kosova Savaşı(28 Haziran 1389), Sultan I. Murat önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar önderliğindeki bir Balkan ordusu arasında yapılmış bir muharebedir.
Osmanlılar'ın Balkanlar'daki ilerlemeleri ve Sofya, Niş, Manastır gibi önemli yerleri ele geçirmeleri Haçlı
Seferi'nin düzenlenmesine sebep olmuştu. Vezir Çandarlı Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, önce Bulgarları etkisiz hale getirdi. Osmanlı ordusu ilerlerken, Kosova'da Haçlılar ile karşılaştı. Haçlı ordusu Sultan Murat Hüdavendigar'ın okçu piyadeleri ile Sırp süvarileri arasında ki muharebede, Sırp öncü süvarilerinin önce oklanarak kendilerinin ya da atlarının vurulması ile başlamış, daha sonra Osmanlı piyadelerinin kılıçlarını çekerek bozulan Sırpları gün batımına kadar süren bir meydan muharebesinden sonra bölgede tarih sayfalarından silerek yüzyıllar sürecek olan Osmanlı hakimiyetini yerleştirmiştir. Savaşta Arnavut Katolik soylu ailesi Kastriotlar'dan Pal Kastrioti de ölmüştür. Savaş bazı kaynaklarca iddia edildiği gibi top kullanılarak kazanılmamıştır. Çünkü o tarihlerde Osmanlı Devleti'nde kurulmuş bir topçu ocağı bulunmuyordu.
İki tarafın da büyük kayıp verdiği bu muharebe sonrasında I. Murat "Allah bana bir daha böyle zafer göstermesin" demiştir.
Savaş sonunda bir Sırp soylusu, sultanın elini öpüp Müslüman olmak istediğini belirterek I. Murat'a yaklaşmış ve onu ani bir hamleyle hançerleyerek şehit etmiştir. Ölümünden sonra Hüdavendigar lakabının verildiği sultanın iç organları orada gömülmüş, geriye kalan naaşı Bursa'ya götürülerek orada defnedilmiştir. Bunun da etkisiyle I. Kosova Savaşı tarihte Sırp milliyetçiliğinin ilk yeşerdiği ve bugün Sırpların çok önem verdiği bir muharebedir.

İmparatorluğun Rengi "erguvan"

Eski Grekçe'de 'porphyr(porfir)' ismiyle anılan erguvan rengi,Bizans'ta tam anlamıyla imparatorluğun en büyük simgelerindendi.
Erguvan moru Bizans hükümdarlarının kıyafetlerinde kullanılan bir renkti.Doğal yollarla üretilen en zor renk olduğu için, bir zenginlik ve güç belirtisiydi; imparator dışında hiç kimse mor pelerin takamazdı.
Roma ve Bizans’ta erguvan renkli özel tören kıyafetleri giyiliyordu.
Hatta bu bağlamda Bizans'ta 'porfir giymek' terimi vardı ve bu imparatorluk pelerinini giymek demekti.
Giysilerin erguvan rengine boyanması oldukça pahalı ve güç bir işlemdi.Çünkü bu renk yalnızca dikenli bir deniz canlısından elde edilirdi.
Yunanistan ve Asya kıyılarından,erguvan rengi boya yapımında kullanılan dikenli salyangoz toplama işi vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu.
Roma ve Bizans’ta tapınaklar, saraylar, asillerin evleri, giysiler, ayakkabılar erguvan rengindeydi. İmparator ve soylular kendilerini ‘erguvan kanlı’ olarak kabul ediyorlardı. Halkın bu rengi kullanması yasaktı. İmparatorların çocukları erguvan renkli odalarda doğuyor, bu odalarda büyütülüyordu. Bu nedenle bu çocuklar ‘Porphyrogenitos’ (‘erguvan doğmuş’ ya da ‘erguvan içinde doğmuş’) unvanını alıyorlardı. Ve bazı sebeplerden dolayı imparatordan olan ancak imparatorluk sarayında doğmayan çocuklar porfirogenetos kuralı nedeniyle Bizans'ın varisi sayılmıyordu.

Rum Ateşi (Grejuva)

Konstantinopol şehri yedi yüzyıldan daha uzun bir süre İslam dünyasının saldırısına uğramıştır. Şehri kurtaransa o gün için ileri teknoloji sayılabilecek Rum Ateşiydi. O günün napalm bombası diyebileceğimiz formülü saklı olan bu gizli madde gemilere yükleniyor ve bronz bir toptan ateşleniyordu.Elli metreden daha geniş bir alan içerisinde tahtadan yapılmış hiçbir gemi yaklaşamıyordu.
Kızgın kömür, kükürt ve zift karışımından oluşan bir karışımdır.
Daha sonra MS 660'larda zift, reçine, kükürt, nafta, kireç ve güherçile ile yunan ateşi zenginleştirilmiştir.
Su eklendikçe alevi artar.
MS 7. yüzyıldaki geliştirip etkisini arttırma işi Suriyeli bir göçmen olan Kallinikos tarafından yapılmıştır. Geliştirdiği tarif Bizans imparatorları tarafından yüzyıllarca titizlikle saklanmış, ülkenin savunmasında en önemli silahlardan birisi olmuştur.

Giyotin Mitleri ve Lavoisier'in Giyotin Deneyi

İdamları izleyenler, hareket eden gözler ya da oynayan ağızlar hakkında sayısız hikâyeler anlatırdı. Hatta Charlotte Corday'in kopmuş kafasının ensesine atılan bir tokatta bir kızgınlık ifadesi oluştuğu bile söylenmişti.
Canlı kafalar yüzünden bilimadamları bir çok deney yaptı. Ancak parmak şıklatmalara ve isimlerin telaffuzuna rağmen herhangi bir tepkiyle karşılaşmadılar. Büyük ihtimalle damarların büzülmesi, gibi bir sebepten dolayı kafaların surat ifadelerinin değiştiği söylendi.Fakat yine de en ilginci bilimadamı Lavoisier'ninkiydi...
Kimya biliminin dehası Lavoisier'nin, asıl eğitimi hukuk idi ve Paris Barosu'na kayıtlı bir avukattı. Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları ile ünü bütün dünyaya yayılmıştı.
Kimya bilimini reddeden yobazların kafasını gösterip "Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz" dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp ölüme mahkum edildi.
Lavoisier,uzun yıllar giyotin idamıyla alakalı araştırmalar yapmış,söylentileri ve anlatılan hikâyeleri değerlendirmişti.
İdama mahkum edildiğinde matematikçi Lagrange'i çağırdı. "Kellem giyotinden sepete düştüğünde gözlerime bak; eğer iki kere kırpıyorsam, insan kafası kesildikten sonra bir süre daha beyninin düşünmekte olduğunu anlarsınız."
Lavoisier’nin kafası kesildikten sonra sepete düştü ve gerçekten gülerek iki kere göz kırptı.

Hafız Çelebi ve Lalelerinin Sırrı

* Kaplumbağalara hangi renk toprak yedirirse ısırılan lale soğanı o renkte çiçek açıyordu. *

“Kâğıthane deresinden ve can kuyusundan gelen tatlı suların karışımından oluşan havuzda Hafız Çelebi eğir otu yetiştiriyor. Beslediği kaplumbağaları da eğir köküyle besliyordu. Hafız Çelebinin de bütün sermayesi bu kaplumbağalardı.
Kimse bilmezdi ama Çelebi güz mevsimi geldiğinde, lale soğanlarını toprağa gömmeden evvel bu kaplumbağaları toplar, iki gece tahta kasalar içinde bekletir, bu sırada kasaların zeminine değişik renklerde toprak boya yığar, boyaların arasına nane ve fesleğen unu karıştırıp kaplumbağaların onunla beslenmesini sağlar, sonra onları boş kasalara alıp iki üç gün aç bırakır ve bu sefer de önlerine yiyecek olarak lale soğanlarını koyardı. Kaplumbağa salyası bulaşan soğanları bu sefer besili koyunlardan aldığı kuyruk yağına yatırıp bir gece bekletir, ertesi gün toprağa gömerdi. Bu usulü bulasıya kadar tam otuz yıl denemeler yapmış ve nihayet istediği renkte lale elde etmeyi başarmıştı.

Kaplumbağalara hangi renk toprak yedirirse ısırılan lale soğanı o renkte çiçek açıyordu.

Bunun içindir ki Hafız Çelebi, bahçesindeki yeni soğanların ne renkte laleler vereceğini daha toprağa diktiği günden itibaren bilir, bunu herkese ilan eder, bütün bir kış insanları merakta bırakır, bahar gelince de laleler tam onun istediği renklerde büyürdü. Hafız Çelebi ertesi yılda yeni bir tonda lale yetiştirerek herkesi yeniden şaşırtırdı.”

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Schönbrunn Sarayı , Avusturya'nın başkenti Viyana'daki Kraliyet sarayıdır. Ülkede en önemli kültürel anıtların bulunduğu saray 1960 lar'dan beri Viyana'ya gelen turist cazibelerinin biri oldu. Schonbrunn Sarayı'nın ve bahçesinin yapımı ancak 1744-1749 yılları arasında imparatoriçe Maria Theresia tarafından tamamlatılmıştır. 1683'deki II. Viyana Kuşatması'nda, çevredeki binalar, yok edildi.
1569'da, Kutsal Roma İmparatoru Maximilian II, bir tepenin altında Viyana nehrinin büyük bir su ovasını satın aldı. Ovanın önceki bir sahibini 1548'de bir konağı dikmiş olduğu Meidling ve Hietzing'in arasında yerleştirdi. İmparator, eskrim yapılması için alana, sülünler, ördekler, karaca ve damızlık domuzu ve eğlenceli avlanma bölgesi olarak hizmet vermesini için emretti.
İmparator I. Karl
, 1918'de tahtı bıraktığını bildiren ve Habsburg Hanedanı hakimiyetine son veren anlaşmayı burada imzalamıştır.
Schonbrunn Sarayı Avrupa'nın en güzel saraylarından biridir.

Fransa - Prusya Savaşı

'Fransa Prusya Savaşı 19 Temmuz 1870 - 10 Mayıs 1871 tarihleri arasında Fransız İkinci İmparatorluğu ile Prusya Krallığı arasında yapılan savaş. Fransa'da genellikle 1870 Savaşı olarak adlandırılır.
İkinci Fransa İmparatorluğu ve Prusya Krallığı arasında gerçekleşti. Prusya, üyesi olduğu Kuzey Alman Konfederasyonu ve Güney Alman devletleri olan Baden, Württemberg ve Bavyera tarafından desteklendi. Prusya ve Alman ittifakının kesin zaferi; Prusya Kralı I. Wilhelm altında Almanya'nın birleşmesini sağladı. Ayrıca III. Napolyon'nun düşüşüne ve Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açarak İkinci Fransız İmparatorluğu'nun sonunu belirledi. Çözümün bir parçası olarak, Alsace bölgesi ve Lorraine topraklarının bir kısmı Prusya tarafından alındı. Birinci Dünya Savaşı neticesinde Versay Antlaşması ile Fransa'ya tekrar dönene kadar da Almanya'nın bir parçası olarak kaldı.
İki ulus arasındaki çatışma doruk noktasına II. İsabel'in 1868'deki düşüşünü izleyen süreçte Hohenzollern bir prensin İspanya tahtına aday olması ile ulaştı. Prusya Kralı ve Fransız Büyükelçisi arasındaki EMS telgrafı görüşmesi, olası savaşa halk desteğini kazanmak amacıyla her iki tarafta da sözde hakaretlere varana dek çarpıtılarak yayımlanır. Fransa seferberlik ilan ederek; 19 Temmuz 1870'de Prusya'ya savaş ilan etti ancak diğer Alman devletleri hızla Prusya tarafına katıldı.
Kısa süre içinde Prusya ve Alman kuvvetlerinin, kısmen demiryollarının daha verimli kullanımı ve Krupp Çeliğinden mamül daha iyi topçuları nedeniyle üstün olduğu ortaya çıktı. Dünyanın en yoğun demiryolu ağı sıralamasında Prusya dördüncüydü, Fransa ise hemen ardından beşinci.Prusya ve Almanların Doğu Fransa'da süratle kazandığı bir dizi zafer; III. Napolyon'nun bütün ordusuyla ele geçirildiği Sedan Muhaberesi ile 2 Eylülde sonuçlandı. Savaş sona ermeden Üçüncü Cumhuriyet 4 Eylül 1870 tarihinde Paris'te ilan edildi ve Fransız direnişi önce Milli Savunma Hükûmeti ve daha sonra Adolphe Thiers liderliği yönetiminde devam etti.
Alman orduları, Kuzey Fransa genelinde gerçekleşen 5 ay süren bir dizi muharebeler sonunda yeni oluşturulmuş Fransa ordularını mağlup etti. Uzun bir kuşatma ardından, Paris 28 Ocak 1871 tarihinde düştü. Fransız sıcak hava balonlarını vurmak için özel üretilmiş Krupp yapımı uçaksavarların, bu kuşatma sırasında ilk kez kullanımı dikkate değerdir. Bu tarihten hemen on gün önceyse; Alman devletleri Prusya Kralı himayesinde birleştiklerini ilan etmişler; birleşen Almanya bir ulus devlet olmuş; Alman İmparatorluğu (II. Reich) kurulmuştu. Tarihteki üçüncü ve sonuncu Frankfurt Antlaşması Paris Komünü
sürerken; 10 Mayıs 1871'de imzalandı.

Enderun Mektebi

II. Murat zamanında kurulup, zamanla çeşitli değişikliklere uğramakla beraber Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına kadar (1908) varlığını sürdüren bir saray okuludur. Hıristiyan ailelerden devşirilen çocukların zekî ve gösterişlileri saraya alınarak özel bir şekilde yetiştirilirlerdi. Fatih Sultan Mehmet döneminde geliştirilmiştir.
Enderûn mektebine alınan çocuklara, Kur'an-ı Kerim, tefsir, hadis, kelâm gibi dini dersler, edebiyat, inşa (şiir), dil bilgisi, Arapça, Farsça gibi dil ve edebiyat dersleri ve matematik, coğrafya, mantık gibi müspet ilimler dersleri okutulurdu. Bir taraftan da Osmanlı saray geleneği ve görgüsüyle, protokol kaideleri ve bürokratik işler öğretilirdi. Bunların yanında çeşitli sanat kollarında beceriler kazandırıldığı gibi sportif faaliyetlere de yer verilirdi.
İç oğlanı denilen Enderûn talebesi ortak bir kültürü özümseyerek, saray ve padişah hizmetlerinin yürütülmesini sağlarlar, böylece Osmanlı Devleti'nin sarayda, yönetimde, ordu ve bürokraside ihtiyaç duyulan kadrolarının bir kısmı bu şekilde yetiştirilmiş olurdu. Sarayda kademe kademe yükselerek sancakbeyi rütbesiyle taşrada görev alırlardı.
  • Osmanlı Devleti, kendinden önceki Türk devletlerine göre daha merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Bu sebepten dolayı kendi kurumlarından yetişmeyen kimselere görev vermemiştir. Bu durum, bazı çevreler tarafından Türkleri dışlamak şeklinde yorumlanmıştır.
  • Osmanlı bürokrasisi sadece devşirmelerden ibaret değildir. Divan ve taşra teşkilatında da yükselme olup buralar genelde Türklerin hakim oldukları kurumlardır. Esasen Kanunî Devrinden itibaren Türk çocukları da Enderûn Mektebi'ne alınmıştır.
Osmanlı devrinde Türkçenin devlet dili olarak hâkim olmasının bir başka sebebi de Enderûn Mektebi'dir. Enderûn, saray içinde bir okuldur. Sarayda, orduda ve hükûmet işlerinde çalışacak memurları ve hizmetlileri yetiştirmek bu okulun görevi idi. Fatih tarafından açıldığı bilinen bu okula, acemi oğlanlar arasından öğrenci seçilirdi.
Enderunda eğitim dört konu üzerinde toplanmıştı:
  • Fen, matematik ve coğrafya eğitimi
  • Beden eğitimi
  • Uygulamalı idari işlerin eğitimi
  • Yeteneklerine uygun bir sanat eğitimi
  • Teorik olarak islamî bilgiler ve dil eğitimi (Osmanlıca, Arapça ve Farsça)
Enderûndan sadrazamlar, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları, eyalet valileri, sancak beyleri, daha başka hizmetler için ünlü kişiler, ayrıca şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler, fen ve matematik bilginleri (ve öğretmenleri) ve daha bunlar gibi medresenin yetiştirmediği bilginler de yetişmiştir.
Askerlik, siyaset ve teknik konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderûn okulunun temel özelliği, saray içinde bulunması ve bütün derslerin Türkçe okutulmasıdır. Fatih Kanunnamesi ve Enderûn mektebinin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçeye devlet dili olarak önem verilmiştir.
Enderûn mektebinden eğitim ve öğretim sultan II. Mahmud devrine kadar sistemli bir şekilde devam etti. 18. yüzyılın sonlarında devşirme sisteminin bozulmasıyla darbe yiyen okul, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusu için yetiştirilmesi gereken küçük ve büyük rütbeli subayların büyük bir kısmının Enderûn mektebinden seçilmesi ile sarsıldı.
Daha sonra batı metodları ile harp okullarının açılması ve bunların gitgide çoğalmasıyla mektebin önemi iyice azaldı. Modern eğitimin gittikçe yerleşip yayılması karşısında, Enderûn mektebi de modern eğitimin ilkelerini uygulamaya başladı. Ancak şehirde Türk ve ecnebi olmak üzere çeşitli genel kültür kurumlarının ve meslek okullarının açılması, özellikle Enderûn mektebinden çıkanların, Tanzimât'tan önceki devirde olduğu gibi, devlet görevlerine tâyinlerdeki üstün durumlarını kaybetmeleri, halk arasında özellikle devlet ileri gelenleri katındaki değerini sarstığından, Enderun 1908 İkinci Meşrutiyetin îlânını tâkip eden günlerde tamâmen kapatıldı.

V.Muratın Saltanatından Sonraki Yaşamı

II. Abdülhamit tarafından ailesi ile birlikte zorunlu ikamete mecbur edildi. Akıl sağlığı bir süre sonra düzeldi. İki yıl sonra Ali Suavi vakası patlak verince ailesiyle beraber Çırağan'ın bugün Beşiktaş Anadolu Lisesi olarak kullanılan harem binasına nakledildi. Bu olaya kadar tanınan bir takım serbestlikler tamamen kaldırılmış ve eski padişah ailesi ile beraber pek çok mahrumiyetlere maruz kalmıştır. Akıl sağlığına tekrar kavuştuğu yönündeki söylentilerin maiyetindeki bazı kalfalar tarafından ortalığa yayılması bu tedbirlerin alınmasında etkili olmuştur. Çırağan'ın dışarı ile tamamen irtibatının kesilmesi ve sıkı bir tarassut altına alınması bu dönemdedir. Ailesi ve maiyetindekilerle beraber kalabalık bir grubu oluşturmuşlar ve bu zümreye "Çırağanlılar" adı verilmiştir.
Günlerini piyano çalarak, torunlarına ithaf ettiği besteler yaparak ve onların müzik yönünde eğitimleriyle ilgilenerek geçirdi. 28 yıl süren bu uzun mahrumiyet yıllarında ailesi genişlemekle beraber kayıplar da yaşanmıştır. Çırağan yıllarında iki kızı, sekiz torunu ve Şehzade Ahmed Nihat Efendi'nin oğlu olan torun çocuğu Şehzade Ali Vasıb Efendi dünyaya gelmişlerdir (1903).
Bununla beraber Fehime Sultan'ın annesi Meyliservet Kadınefendi, kızı Aliye Sultan, torunu Celile Sultan, Selahaddin Efendi'nin ölü doğan iki oğlu ve üç gelini vefat etmiş bu kayıplar eski padişahı derinden sarsmıştır. Özellikle büyük bir sevgiyle bağlı olduğu annesi Şevkefza Valide Sultan'ın vefatından sonra günlerce kimseyle görüşmemiş, yemek yemeği bile reddederek kederini uzun zaman yaşamış, eski günlerindeki hayata bağlı halinden eser kalmamıştır. Kızı Hadice Sultan'ın, II. Abdülhamit'in damadlarından Kemaleddin Paşa ile giriştiği bir gönül ilişkisinin açığa çıkması üzerine şeker hastalığına yakalanmış ve bu rahatsızlığına eşlik eden kanlı basurunda etkisiyle 29 Ağustos 1904 'de vefat etmiştir.
Sultan II. Abdülhamit tarafından sessiz sedasız ve gösterişsiz şekilde Yeni Camii Türbesi'nde annesinin yanına defnedilmesi emredildi. Cenazesi Topkapı Sarayı'na nakledilmiş, padişahlara mahsus şekilde Hırka-i Saadet Dairesi'nde gasledilerek teçhiz ve tekfini yapıldıktan sonra cenaze namazı için Sirkeci'ye getirilmiştir. Burada halkın dikkatini çekmemek ve herhangi bir taşkınlığı engellemek için askeri birlikler kordon oluşturarak sıkı tedbir almalarına rağmen, bazı gruplar kordonu aşarak tabuta ulaşmışlar ve eski padişaha duydukları saygıyı göstermişlerdir. Yeni Camii Turhan Valide Sultan Türbesi'ne ek olarak inşa edilen Cedid Havatin Türbesi'nde annesinin yanına defnedildi.

Haçlıların kurduğu Devletler

Haçlılar Kudüs'ü zaptettikten sonra, Haçlı ordusunun soylu komutanları Kutsal Kabir Kilisesi'nde 22 Temmuz'da bir toplantı yapıp ellerine geçirdikleri kutsal Kudüs şehrinin nasıl idare edileceği hakkında tartışmalar yaptılar. Yeni bir Kudüs Krallığı kurulmasına karar verdiler. Bu krallık Hristiyanların kutsal saydıkları topraklarda dinsel olmayan devlet işleri ile uğraşmaya yetkili olacaktı. Kudüs Krallığı Kudüs şehri yanında Suriye'in güneyi ve Filistin'i de ihtiva edecekti.
Bu devletin başına Toulouse Kontu Raymond de Saint-Gilles'in geçirilmesi bu toplantıya katılanların çoğunluğu tarafından beklenmekteydi. Raymond, ya kendi tutumunu mütevazı bir dindar göstermek için yahut ta katılan soyluların ne de olsa kendini seçeceklerini beklediği için önce bu hükümdarlığı kabul etmekte çekingen davrandı  Fakat ona rakip olan Godefroi de Bouillon böyle bir çekingenlik göstermedi ve Antakya Kuşatması ve fethine olan katkısı dolayısıyla Haçlı soylu komutanları arasında kazandığı popülerliği kullarak kendinin kutsal Kudüs Kralı olarak seçilmesini sağladı. Godefroi'un bu başarısı Raymond tarafından hiç iyi karşılanmadı ve hatta Raymond bu gelişmeye çok kızarak kendi komutası altında olan birliklerle Kudüs şehrinden çekilip kırsal bir ordugâha yerleşti.
Kudüs Kralı olarak seçilen Godefroi du Bouillion yine bir mütevazılık örneği göstermek için "Kudüs Kralı" unvanını almayı reddettiğini ama unvanının Advocatus Sancti Sepulchri (Kutsal Kabir'in Koruyucusu) olmasını kabul ettiği bildirilir. Bu unvanın gerçek olarak kullanılıp kullanılmadığı ve manasının ne olduğu açık değildir ve değişik yorumlar bulunmaktadır. Bu seçimden sonra Godefroi'in şahsen bu unvanı da kullanmadığı ve sadece "princeps" veya daha basit olarak eski unvanı olan Aşağı Loren "Dux"'u unvanını kullandığı bilinmektedir. 12. yy. çok otoriter Haçlı tarihçilerinden "Sur'lu Giyom" Godefroi'in, İsa'nın tacının dikenden olması nedeniyle, Kudus Krallık "altın tacı"'nı giymemekte ısrar ettiğini yazmaktadır.Olaylarla hemen güncel olarak yazmış tek kronikçi olan "Keşiş Robert"'nin eserinde ise Godefroi'in "kral" unvanını aldığı bildirmektedir.
Bu krallığın bu Haçlı Seferi'ne iştirak eden Papalık Temsilcisi olan "Pisa'lı Daimbert" tarafından teokratik bir devlet olarak Papa idaresinde olmasi istenmekteydi. Fakat bu tez kabul edilmedi ve yeni krallık Batılı Avrupa Franklarının yönetim ve kullanım şekillerine uygun olarak kurulup ve geliştirildi. Ancak bu krallığı bazi idare organları ve idare tarzları bu kralliga özel orijinal şekilde geliştirilmiştir.
Birinci Haçlı Seferi'nde ayrıca Kudüs fethinden önce Urfa Kontluğu (1097-1144) ve Antakya Prensliği (1098-1268) Devletlerin'de Kudüs Krallığı'ndan bağımsız olarak ama bu krallıkla çok yakın olarak bağlantılı bir şekilde kurulmuşlardır. Küdüs'ün işgalinden sonra, 1109'da Haçlıların Trablusşam
'ı işgal etmelerinden sonra, bu şehir ve civarında yine bağımsız statülü olarak Trablus Kontluğu (1109-1289) devleti kurulmuştur.

12 Temmuz 2013 Cuma

Tarihten Olaylar






1907 Tarihinden Bir Olay


Milano Dükalığı

Milano Düklüğü 1395 ile 1796 yılları arasında Kuzey İtalya'da varolmuş eski devlet. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı olmak birlikte fiilen bağımsızdı. Bugünkü Lombardia'nın büyük kısmı ile İsviçre'nin bir kısmını kaplamıştı.
Milano Düklüğü, 1395'te Gian Galeazzo Visconti döneminde gücünün doruğuna ulaşan Visconti Ailesinin Almanya kralı Wenzel'den alınan kuruluş beratıyla kuruldu. Bu tarihten sonra Milano, dukalık haline getirilen büyük bir prensliğin zengin başkenti oldu; kısa sürede Kuzey İtalya'nın büyük bölümüne yayıldı. Gian Galeazzo 1402'de öldüğünde Viscontiler Milano dükü ve Pavia kontu unvanlarını taşıyorladı, ayrıca Kuzey İtalya'nın büyük bölümü ailenin denetimi altındaydı.
1450'den sonra Viscontilerin yerini Sforzalar alarak 1535'e kadar iktidarda kaldılar. İpek sanayisinin ortaya çıkmasıyla (1340) birinci derecede önemli bir tekstil merkezi durumuna gelen Milano, 14. yy'da Batı'nın en kalabalık kentlerinden biri oldu (nüf. 100.000-150.000 arası). 1498'de Fransa kralı XII. Louis, Milano üzerinde hak iddiasında bulunarak Milano bölgesinin kendisine verilmesini istedi. Kent, 1499-1513 arasında Fransızların işgalinde kaldı ve ancak Milano Antlaşması'ndan (1526) sonra Fransa kralı İtalya üzerindeki iddialarından vazgeçti. 1535'te bir İspanyol işgalinin ardından V. Karl, Sforza Ailesinin sönmesinden yararlanarak, Milano bölgesini ilhak etti ve onu, geleceğin II. Felipe'si olan oğluna verdi (1540). İki yüzyıl süreyle Milano, harap ve halkı azalmış olarak ispanyol egemenliğinde kaldı; uluslararası ününü, ancak onu Karşı Reformun merkezi durumuna getiren iki başpiskoposu (Aziz Carlo Borromeo [1564-1584] ve Federico Borromeo [1595-1631]) sayesinde koruyabildi. Bu başpiskoposlar, Milano'ya, bir kitaplık (Ambrosiana Kitaplığı [1609]) ile bir pinakotek (1618) kazandırdılar.
Rastatt Antlaşması (1714) ile Milano, Avusturya egemenliğine girdi (1706-1733, 1736-1796) ve Viyana Habsburgları'nın aydın despotluğu ve pamuk sanayisinin gelişmesi sayesinde 18. yy'da yeniden belli bir canlılık göstermeye başladı. Sırasıyla Repubblica Cisalpina'nın (1797), İtalya Cumhuriyeti'nin (1802) ve İtalya Krallığı'nın (1805) başkenti olan Milano, 1815'te yeniden Avusturya egemenliğine girdi ve Lombardiya-Venedik Krallığı'nın başkenti oldu.
Fakat Napoléon
rejiminden kopmuş olan Milano, Avusturyalıların kurdukları zorbaca yönetime çok güç katlandı ve düşmanlığını, 3 Ocak 1848'de açığa vurdu. Beş günlük bir savaştan sonra istilacı, kentten kovuldu (18-22 Mart). 6 Ağustos 1848'de Radetzky tarafından yeniden işgal edilen Milano, Villafranca Mütarekesi'nden sonra Sardinya Krallığı'na (1859), daha sonra da İtalya Krallığı'na (1861) bağlandı.

Matrakçı Nasuh



Sultan II. Beyazid döneminin (1481-1512) sonlarına doğru Enderun’da eğitim gördüğü ve sonra matematik eğitimcisi olarak öğrenci yetiştirdiği bilinmektedir. Devrin ünlü şairi Saî'den dersler almıştır. Ünlü bir hattat olan Nasuh, nesih yazı stilinde değişiklikler yapmıştır. Divanî yazı stilinde önde gelen isimlerden birisi olmuştur.
Sopalarla oynanan ve bir tür savaş oyunu olan matrak adlı sporda ustalığında dolayı matrakçı lakabıyla anılmıştır. Değişik silahları kullanmaktaki ustalığı da bilinmekte olup bu konuda Tuhfetü'l-Guzât adlı bir kitap da yazmıştır.
Matrakçı Nasuh'un minyatür-harita karışımı kendine has bir üslubu vardır, eserlerinde yeryüzünün kuşbakışı görünümünü resmeder. Buna karşın şekilleri tepeden değil, sanki karşıdan görüyormuş gibi çizer. Bu resimlerde kuş ve tavşan gibi hayvanlar olsa da insanlar asla belirmez. Şehirlerdeki binalar tek tek seçilebilir.
Geometri ve matematik alanındaki çalışmaları neticesinde uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamıştır. I. Selim zamanında ona adadığı Cemâlü'l-Küttâb ve Kemalü'l- Hisâb kitaplarını yazmış, Napier'den elli sene oncesinde adiyla anilan çarpma metotlarını ve modern matematik ögretiminde öncü bir kitap kabul edilen bır referans olarak Enderun'da okutulmus, Napier gibi matematikçilere ılham kaynağı olmuştur.
Tarih alanında da çalışan Matrakçı Nasuh, Taberî Tarihi 'ni Mecmaü't-Tevârih adıyla Türkçeye çevirmiştir. 3 nüsha olarak yayınlanan Süleymannâme kitabında 1520-1537, 1543-1551 ve 1542-1543 yıllarını anlatmıştır. 1537-1538 yıllarında yazdığı Fetihname-i Karabuğdan, Kanuni Sultan Süleyman'ın İran seferini anlatır. Bu kitaplarda, yol boyunca ordunun geçtiği şehirlerin minyetür şeklinde haritalarını çizmiştir. Çizimleri bugün hem estetik, hem de geçmişe ait çok ayrıntılı bilgiler içermesi hasebiyle şaheser olarak tanımlanmaktadır.
Nasuh, Kanuni'nin Fransa kralı I. François'ya destek amacıyla Barbaros Hayrettin Paşa komutasında gönderdiği donanmaya katıldı. Yol boyunca donanmanın uğradığı limanları resmetti.

Jean Baptiste van Mour 'un Saray Çizimleri





Osmanlı Minyatürünün Zirve Dönemi

I. Süleyman, II. Selim ve III. Murad dönemlerinde, Osmanlı minyatür sanatı doruk noktasında ulaşmıştır. 15. yüzyıl sonları ve 16. yüzyıl başlarında gerçekleşen batı resmiyle ve akdeniz haritacılığıyla gerçekleşen etkileşimin ve Iran'dan İstanbula olan büyük Iranlı minyatür ustalarının göçünün minyatür sanatına getirdiği değişimler bu dönemde yerine oturmuş ve tümüyle farklı bir minyatür sanatının Osmanlı himayesinde oluşumunu sağlamıştır. Diğer taraftan bu dönemde fetihlerin sağladığı zenginlik ve refah bu sanata verilen önemi daha da artımıştır.
Osmanlı minyatür sanatında 16. yüzyıl sonlarında yaşanan en büyük gelişme Şehnameciliğin öneminin artması ve Osmanlı sarayında yer bulması olmuştur. Orjinal Şehname, ünlü İranlı şair Firdevsî (940-1020) tarafından efsanevi Pers krallarının ve kahramanlarının hayatları üzerine yazılmıştır. Firdevsi'nin Şehnamesi sonraki yüzyıllarda Orta Asya ve İran'da sıklıkla yeniden üretilmiştir. Bu tür Osmanlı'da şekil değiştirmiş efsanevi karakterlerin destansı öykülerinden ziyade Osmanlı hanedanını konu etmiştir. Şehnameci Osmanlı imparatorları hakkında genelde Farsça dilinde tarihsel eserler üretmiştirler. Osmanlı şehnamelerinde şehnameciler, kaligraflar, minyatür sanatçıları, ve diğer kitab sanatı ustaları birlikte İmparatorluk Nakkaşhanesinde çalışmıştırlar. Osmanlı minyatür sanatı tarihinde en önemli üç şehnameci Fetullah Arif Çelebi, Seyyid Lokman ve Talikizade olmuştur.
Seyyid Lokman I. Süleyman, III. Selim ve III. Murad dönemlerinde de eserler üretmiştir. Eserlerinde esas olarak Osmanlı İmparatorluk Nakkaşhanesinden Nakkaş Osman'la beraber çalışmıştır. Nakkaş Osman minyatür sanatının en önemli ustaları arasında gösterilmektedir. Osman eserlerinde Fars geleneğinde olduğu gibi aşırı süslemelere yer vermiş öte yandan tarihsel gerçekliğe odaklanmıştır. Şehir çizimlerinde de Matrakçı Nasuh'tan etkilenmiştir. I. Süleyman'ın son yıllarıyla ilgili Zafername, II. Selim'in hükümdarlığı ile ilgili Şahname-i Selim Han, ve III. Murad'ın ilk dönemlerine ait Şehinşehname
, Nakkaş Osman'la Seyyid Lokman'ın ilk ortak çalışmaları arasında yer almışlardır. Bir diğer ortak çalışmaları ise Surname-i Hümayun olmuştur.

Henry David Thoreau

1817 yılında MassachusettsThe Dial isimli transendentalist dergiye şiir ve nesirleri ile katkıda bulundu. 1845 yılında Concord şehrinin dışında bulunan Walden Gölü kıyısında, Emerson'a ait olan bir arazinin üstüne bir kulübe inşa etti. Burada geçirdiği iki yılın meyvesi olarak "Walden" kitabını yazdı. Walden gölünün kıyısında geçirdi doğayla bütünleşik ama yalnız iki yılın bir diğer meyvesi de, 1849'da yayınlanan, "A Week on the Concord and the Merrimack Rivers" (Concord ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta) idi. Thoreau'nun sağlığında yayımlayabildiği sadece bu iki kitabı vardır. Diğer eserleri ve günlükleri ölümünden sonra yayınlanmıştır.
eyaletine bağlı Concord'da doğdu. Harvard Üniversitesi'nden 1837 yılında mezun oldu. Hiçbir zaman geleneksel bir öğrenci olmamıştı, okul yıllarında transandantalizme ve Ralph Waldo Emerson'a olan ilgisi başladı. Harvard'dan mezun olunca bir süre babasının dükkânında çalıştı, daha sonra bir okulda öğretmenlik yaptı. Düşüncesel anlamda fazlasıyla etkisinde kaldığı, ve ömür boyu dostu olacak Emerson 1841'de onu evine davet etti, ve Thoreau 1843'e kadar sık aralıklarla Emerson'da kaldı. Emerson'ının asistanı gibiydi,
1854'de yayınladığı başyapıtı "Walden" Amerikanın en önemli entelektüel akımlarından biri olan New England Transendentalizmi için bir örnek eserdir. Eserde yer alan çevre konusundaki düşünceler ise modern çevreciliğin ve çevre korumanın en önemli satırlarıdır diyebiliriz. Amerikan düşünce tarihi, transendentalizm ve naturalizmde bıraktığı izler ne kadar önemliyse, "Sivil İtaatsizlik" (Civil Disobedience, 1849) isimli makalesi de siyasi tarihe bıraktığı iz de o kadar önemlidir. Meksika savaşı yüzünden, ki ona göre bu savaş sadece köleliği geliştirmek içindi, ödemeyi reddettiği vergi sonucu hapiste geçirdiği bir gece, onun "Sivil İtaatsizlik" isimli makalesini yazmasına neden olmuştur. Daha sonraları Gandhi'nin en büyük ilham kaynağı olacak bu makale Thoreau'nun belki de en ünlü eseridir. Gandhi'nin dışında Tolstoy ve Martin Luther King gibi önemli isimler de Thoreau'nun düşüncelerinden ve eserlerinden ilham almışlardır.
Thoreau, 1862'de, birkaç küçük gezi ve Harvard'daki öğrencilik dönemi dışında hiç ayrılmadığı Concord şehrinde, geçirdiği tüberküloz yüzünden vefat etmiştir. Bütün eserleri 20 cilt halinde 1906'da basılmıştır.

Türk Dil Kurumu Tarihçesi

Kurum "Türk Dili Tetkik Cemiyeti" adı ile 12 Temmuz 1932'de Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla, bir dernek olarak kurulmuştur. Kurumun kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Samih Rıfat, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir. Kurumun ilk başkanı Samih Rıfat Bey'dir. Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin gereği, "Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak belirlenmiştir. Atatürk'ün sağlığında 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil siyaseti belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun "Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir.
Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940'larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati't-Türk, Kutadgu Bilig gibi yapıtlar üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü'yle ilgili çalışmalar da Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin dilbilgisi, sözlüğü, yazımı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.
Türk Dil Kurumu'nun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede Atatürk'ün öncülüğünde özleştirme akımı başlamıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmayı 1983'e dek sürdürmüştür.
Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile malvarlığının bir bölümünü Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'na bırakmıştır. Fakat Atatürk'ün vasiyetnamesi 1983'te bu kurumlar devletleştirilerek çiğnenmiştir.
Türk Dil Kurumu'nun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk'ün sağlığında Millî Eğitim Bakanı'nın kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951'de değiştirilmiştir. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982'de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınarak devletleştirilmiş ve dernek tüzelkişiliklerine son verilmiştir.

11 Temmuz 2013 Perşembe

Kudüs Tapınağı

Kudüs Tapınağı ya da Kutsal Tapınak,, Kudüs'ün Eski Şehirindeki Tapınak Tepesinde (Har HaBayit) bulunan ve Yahudilerce kutsal sayılan tapınak. Klasik Musevi inancına göre, Tapınak fiziksel dünyada Tanrı'nın tecellisinin simgesel ayak taburesidir.
Birinci Tapınak, Kral Süleyman tarafından MÖ 957 yılında yaklaşık 7 yıllık bir sürede inşaa edilmişti. Antik Museviliğin merkeziydi Tapınak, Musevi inancının merkezinde bulunan Shiloh, Nov, ve Givon'da bulunanlarla beraber Musa'nın buluşma çadırı (taşınabilir musevi tapınağı) ile yer değiştirmiştir. İlk tapınak MÖ 586 yılında Babillilerce tahrip edilmiştir. Yeni tapınağın yapımına MÖ 535'de başlanmış olup bir süre ara verildikten sonra inşaat MÖ 521'de yeniden başlamış, MÖ 516 yılında tamamlanmasının ardından MÖ 515 yılında ibadete açılmıştır. Ezra Kitabı'nda bahsedildiğine göre, Tapınağın yeniden inşasına Büyük Cyrus izin vermiş ve Büyük Darius'da onaylamıştır. Yaklaşık 500 yıl sonra İkinci Tapınak, MÖ 20 yılında Kral Herod tarafından yeniden tamir ettirilmiş ve daha sonra Romalılar tarafından M.S. 70 yılında tahrip edilmiştir. Her ne kadar Tapınak uzun süre önce tahrip edilmiş olsa da, Batı duvarı hala ayaktadır ve uzun yıllardan beri tapınak yapısının ayakta kalan tek duvarı olduğuna inanılır.
Bir İslam mabedi olan Kubbetüs Sahra tapınak alanına 7. yüzyıl sonlarında inşaa edilmiştir ve yine tapınak avlusunda yaklaşık aynı dönemde yapılmış olan Mescid-i Aksa bulunur.
Musevi Eskatologya
'sı Mesih'in gelmesinden önce buraya Üçüncü Tapınak'ı inşaa edilmesini planlamaktadır ve bu yüzden Ortodoks ve Muhafazakâr Musevilik taraftarları bir gün Üçüncü Tapınağın inşaa edileceğini ummaktadırlar.
30 Ağustos 2007 tarihinde, boru hattı döşenmesi sırasında İkinci Tapınağın kalıntıları ortaya çıkmıştır.. Ardından kısa bir süre sonra Ekim 2007'de arkeologlar tarafından Birinci Tapınağın kalıntılarına da ulaşıldığı açıklanmıştır.

Aziz Petrus Bazilikası

Aziz Petrus Bazilikası veya San Pietro Bazilikası Roma'daki en büyük 4 bazilikadan (St.John Lateran Bazilikası, San Pietro Bazilikası, Santa Maria Maggiore Bazilikası, St.Paul duvarın dışında Bazilikası) ikincisidir. Vatikan'daki en göze çarpan binadır. Kubbesi ile Roma
'nın siluetindeki en önemli parçalardan biridir. Hıristiyanlığın en büyük kilisesidir. 23.000 m² (2,3 ha) arazi üzerine kuruludur. 60.000 kişilik kapasitesi vardır. İstanbul'un Fethi'nden sonra, Kızılelma'nın, Roma'da bulunan Saint-Pierre Kilisesinin mihrabındaki altın top olduğu ileri sürülmüştür.
Papalık tarafından yapımı 1507’de durdurulan Basilica di Santa Petronius içerisindeki astronomik saat ve Muhammed’in de yer aldığı dünyada benzeri olmayan cennet-cehennem freski görenleri hayrete düşürmektedir.

Sultan Ahmet Camii

Sultan Ahmet Camii, 1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır.Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate sayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı minareli
ilk camiidir.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Hocalı Katliamı

Ermeni güçleri 1992 yılının 25 Şubatı 26 Şubat'ta bağlayan gecede bölgedeki 366. Alayın da desteği ile önce giriş ve çıkışını kapadığı Hocalı kasabasında, Azeri resmî kaynaklarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir.
Eski ASALA eylemcilerinden Monte Melkonyan, Hocalı'ya yakın bölgede Ermeni askeri birliklere komutanlık yapmış ve katliamdan bir gün sonra Hocalı çevresinde gördüklerini günlüğünde anlatmıştır. Melkonyan'ın olümünden sonra, Markar Melkonyan kardeşinin günlüğünü Benim Kadeşimin Yolu (My Brother's Road) başlığıyla ABD'de çikardığı kitapta Hocalı katliamını şöyle tasvir ediyor :

Bir gece önce akşam 11 civarında, 2.000 Ermeni savaşçısı, Hocalı'nın üç tarafındaki yüksekliklerden ilerleyerek, kasaba sakinlerini doğudakı açılışa doğru sıkıştırmışlar. 26 Şubat sabahına kadar mülteciler Dağlık Karabağın doğu yüksekliklerine ulaşmış ve aşağıdakı Azeri kenti olan Ağdam'a doğru inmeye başlamışlar. Burdaki tepeciklerde yerleşen sivilleri güvenli arazide takip eden Dağlık Karabağ askerleri onlara ulaşmışlar. Mülteci kadın Reise Aslanova İnsan Hakları İzleme Örgütüne verdiği açıklamada "Onlar sürekli ateş ediyorlardı" diye konuşmuştu. Arabo'nun savaşçıları daha sonra uzun zaman kalçalarında taşıdıkları bıçakları kınlarından çıkarakak bıçaklamaya başlamışlar. Şu anda yalnız kuru çimenden esen rüzgarın sesi ıslık çalıyordu, ve ceset kokusunu uçurması için bu rüzgar henüz erkendi.
Monte üzerinde kadınların ve çocukların kırılmış kuklalar gibi saçıldığı çimene eğilerek "Disiplin yok" diye fısıldadı. O bu günün önemini anlıyordu: bu gün Sumgayıt Pogromunun dördüncü yıldönümüne yaklaşıyordu. Hocalı stratejik bir amaç olmasından başka aynı zamanda bir öç alma eylemiydi.


Bugünkü Ermenistan cumhurbaşkanı ve savaş süresinde Karabağ'da Ermeni güçlerine kumandanlık yapmış Serj Sarkisyan'ın İngiliz araştırmacısı ve yazarı Thomas De Waal'a söylediklerine göre :

Hocalıdan önce, Azerbaycanlılar bizim şaka yaptığımızı sanıyordu, Ermenilerin sivil topluma karşı el kaldırmayacaklarını sanıyorlardı. Biz bunu [stereotipi] kırmayı başardık. Ve olay işte bu. Ayni zamanda o delikanlıların arasında Bakü'den ve Sumgayıt'tan kaçanlarında olmasını anlamalıyız.


Ermenistan Maslahatgüzar'ı Movses Abelyan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na Ermenistan Dış İşleri Bakanlığı tarafından takdim ettiği mektupda, Azerbaycan'ın olayı "utanmazcasına kullandığını" söylemiştir. Abelyan, eski Azerbaycan cumhurbaşkanı Ayaz Mutallibov'un Çek gazeteci Dana Mazalova ile yaptığı ve 2 Nisan 1992'de Rusya'nın Nezavisimaya Gazeta gazetesinde yayımlanan röportaja dayanarak, sivillerin kaçışını kolaylaştırmak amacıyla Karabağ'daki Ermenilerin açmış olduğu dağ geçidinden yerli halkın kaçışının Azerbaycan Halk Cephesi militanları tarafından önlendiğini savunmuştur.. Ayrıca Abelyan, Ermenilerin Azeri sivillere beyaz bayrak ile kasabayı terketme çağrısında bulunduğunu söyleyen bir Azeri kadınının sözünden alıntı yapan İnsan Hakları İzleme Örgütü Helsinki Watch bölümünün Eylül 1992 raporuna dayanarak, gerçekten Azeri militanlarının kaçmaya çalışanları vurduğunu yazmıştır.
Daha sonraki röportajlarda Mutallibov, Ermenileri kendi sözlerini bariz şekilde yanlış yorumlaması gerekçesiyle suçlamış ve sadece, "Azerbaycan Halk Cephesi Hocalı katliamının sonuçlarını kendi siyasi çıkarlarına kullandı" diye söylediğini vurgulamıştır.
İlaveten, İnsan Hakları İzleme Örgütü İcra Direktörü, sivil ölümlere Karabağ Ermeni güçlerinin doğrudan sorumlu olduğunu, hem kendi raporu hem de Memorialın raporunun Azeri güçlerin sivillerin kaçışını engellediğine ve sivillere ateş açtığına dair argümanı destekleyen herhangi delilin içermediğini ifade etmiştir.